Tolganay’ın Toprakla Sohbeti: Toprak Ana
Aytmatov’un ilk romanıdır. Yine savaş yıllarıdır. Kocasını ve üç oğlunu cepheye gönderen Tolganay’ın yaşadıklarını konu alır. Ömrünün sonuna gelmiş Tolganay toprakla dertleşirken tüm olayları bize anlatır. Tolganay güçlü bir yapıya sahip, yüreği insan ve toprak sevgisi, üretme coşkusuyla dolu bir kadındır. Erkeklerini savaşa gönderen köyün dertleriyle uğraşır. Ev ev ihtiyacı olan insanlarla ilgilenen Tolganay, yokluğun pençesinde her türlü acıyla yüz yüze gelir. Gelini Aliman ile birbirlerine dayanak olan bu kadını, gelininin durumu çok üzmektedir. Çok sevdiği kocasını evlendikten hemen sonra cepheye uğurlayan genç Aliman’ı kendi kızı olarak bağrına basar. Tolganay cepheden kocası ve büyük oğlunun ölüm haberini aldığında, kendi halinden çok gelinine üzülür. Bir gün gelininin bir çobanla yaşadığı ilişkiden hamile kaldığını öğrenir. Bütün acılara rağmen (diğer iki oğlunun da ölüm haberi ulaşmıştır) gelinine sahip çıkar. Aliman bu çocuğu doğururken ölür. Tolganay çocuğu bağrına basar. Ona Canbolat ismini verir. Bu bebek, artık mazide kalmış ailesinden ona kalan tek hatıradır.
Canbolat’ın uzattığı ekmeği alır: “Sürücülerin ellerinden, taze buğdaylardan, kızgın demirden, mazottan gelen ya da bunların karışımı olan bir kokuydu bu… Sonra ikinci, üçüncü lokmaları da aldım, onlarda da mazot kokusu vardı. Ama yine de o güne kadar öyle lezzetli ekmek yemediğimi söyleyebilirim. Bu emekçi oğlumun nasırlı ellerinden çıkan ekmekti. Tarlayı süren, buğdayı yetiştiren, hasadı kaldıran, tarlada çalışan insanlarımızın halkımızın ekmeğiydi.”
“Ben hiçbir şeyi unutmam Tolganay. Bu dünya var olalıdan beri, bütün çağların, bütün yüzyılların izlerini taşıyorum ben. Tarih kitaplara sığmaz. Ve senin hayatın Tolganay, o da benimledir. Yüreğimin içindedir. Anlat Tolganay, seni dinliyorum, bugün senin günün.”
Boynuzlu Maral Ana Destanı: Beyaz Gemi
Aytmatov, bu ve sonraki eserlerinde Kırgızların sözlü edebiyatının ürünleri olan masallara ve efsanelere daha fazla yer vermeye başlar. Beyez Gemi’de Boynuzlu Maral Ana destanını anlatır bize. Romanın kahramanı yedi sekiz yaşlarında Isık-Göl kıyısında dedesi, ninesi, teyzesi ve onun kocasıyla birlikte yaşayan bir çocuktur. Adı yoktur onun, herkes çocuk diye seslenir. Çünkü o tüm çocukları temsil etmektedir. Babası ve annesi tarafından terk edilen torununa sahip çıkan Mümin dede, ona masallar anlatır. Dedesinin yanından hiç ayrılmayan çocuk, onun anlattığı masaları dinlerken adeta yaşıyormuşçasına onlardan etkilenir. Çok geniş bir hayal dünyasına sahip olan çocuk, babasının beyaz bir gemiyle bir gün mutlaka döneceğini hayal eder. Dürbünüyle her gün gölde yük ve yolcu taşıyan bir gemiyi izler. Gemilerde tayfalık yaptığını sandığı babasının da bu gemide çalıştığını düşünerek, balık olup bu gemiye ulaşmayı, tüm yaşadıklarını, hayallerini, özlemlerini ona anlatmayı düşler.
Mümin dede, torununa sık sık Kırgızları ve onların ormanlarını terk eden boynuzlu maralların hikâyesini anlatır. Çok çok eski zamanlarda diyerek başlar: “Yenisey ırmağı boyunca kabileler arasında savaşlar olur, zaferler ve yenilgiler yaşanırmış. Fakat kabilelerin büyüklerinden biri öldüğü zaman büyüklerine yas tutan kabileye saldırılmazmış. Bir gün Kırgızların lideri öldüğünde ona geleneklerine göre büyük bir cenaze töreni düzenlemişler. Herkes cenazeye layıkıyla bir tören yapılması için uğraşırken, onları silahsız yakalayan bir düşman kabilesi, bir kişiyi bile sağ kalmayacak şekilde kılıçtan geçirmiş. Bir tek oynamak için ormana giden bir kız, bir de oğlan çocuğu kurtulmuş. Çocuklar onların düşmanları olduğunu bilmeden, o sırada uzaklaşan toz bulutunun ardına düşmüşler. Çok uzaklarda bir dağın yamacında bir şölen verildiğini görüp oraya gitmişler, bu şölen yeni topraklar kazanan düşmanlarının zaferlerini kutladıkları bir şölenmiş. Oraya gidince kabilenin lideri, bu iki çocuğun Kırgız aşiretinden olduklarını anlayıp, onları bir uçurumdan atması için bir kadına vermiş. Böyle bir şeye kadının da gönlü razı olmuyormuş ama o yapmazsa bir başkası çocukları feci bir şekilde öldürebilirmiş. Onları uzaklarda bir uçurum kenarında aşağıya atacakken, büyük boynuzlu bir maral belirmiş. Kadına yavrularının insanlar tarafından öldürüldüğünü, o yüzden o çocukları istediğini, onları yavruları gibi büyüteceğini söylemiş. Çocukları alıp güneylere Isık-Göl kıyılarına gelmiş. O iki çocuk büyümüş, Kırgızlar onların soyundan yeniden türemiş. Ve bu insanlar Boynuzlu Maral Ana’nın çocuklarına hep saygı duymuş, onları avlamamışlar.
Ta ki yıllar sonra dosta düşmana ne kadar zengin olduklarını göstermek için, ölen babalarına yaptıkları görkemli bir cenaze töreninde, oğulları, onun öte dünyada Boynuzlu Maral Ana’nın soyundan olduğunun anlaşılması için mezarının başına büyük bir maral boynuzu dikmeyi düşünene kadar... Bundan sonra ölenlerine saygı ifadesi olarak, mezar başlarına maral boynuzu dikmeye başlamışlar. Boynuzlu Maral Ana bu insanlara küsmüş, kalan yavrularını alıp oraya veda ederken, bir daha geri dönmeyeceğini söylemiş.”
Eğer bir gün dönerlerse bu insanları affettiklerinin işareti olacaktır. Bir yandan babasının dönüşünü diğer yandan maralların gelişini hayal eder. Bir gün dede sevinçle çocuğa maralların geldiklerini, onları ormanda gördüğünü söyler. Çocuğun sevincinin tarifi yoktur. Ancak maralların geldiğini bilen yalnız dede ve torunu değildir. Orozkul’da görür maralları ve onun için yalnızca bir ziyafet konusudur onlar. Misafirleri için Mümin dededen bu maralları avlamasını ister, karşı koyma gücünü kendinde bulamayan Mümin dede, tüm inandıklarını ayaklar altına alarak maralları avlar. Çocuk okuldan geldiğinde insanların et paylaştıklarını görür, önce anlamaz ama sonra öldürülen maralın boynuzunu gördüğünde her şeyi anlar. İnsanlara güvenerek yeniden Isık-göl kıyılarına gelen marallar bir kez daha öldürülmüştür. Çocuk o anda bir balık olup beyaz geminin ardına düşmeyi ve babasına ulaşmayı hayal eder. Yakınlardaki çaya koşan çocuk, kendini azgın sulara bırakır. Ardından dedesi ona seslenir:
“Çocuk kalbinin, çocuk ruhunun bağdaşmadığı her şeyi reddettin. İşte beni teselli eden de budur. Bir şimşek gibi yaşadın sen. Bir defa çaktın ve söndün. Şimşeği çaktıran göktür. Ve gök ebedidir. İşte budur beni teselli eden. Bir başka tesellim daha var: İnsandaki çocuk vicdanı tohumdaki öz gibidir. Ve o öz olmadan tohum filizlenmez, gelişmez. Yeryüzünde bizi neler beklerse beklesin, insanoğlu doğdukça ve öldükçe, insanoğlu yaşadıkça, hak ve sorumluluk denen şey de var olacaktır...”