Tarihte bazı kişiler vardır, onları elinizin tersi ile itemezsiniz. Yok sayamaz, görmezden gelemezsiniz. Hele bir de bu insan bir dönem duygu dünyanızda değişikliklere neden olmuşsa o kişiyi anlatmak, o kişi karşısında objektif olabilmek gerçekten zordur.
Aytmatov’da bu kişilerden birisi. Onun Cemile’sini okuyup etkisinde kalmamak, Elveda Gülsarı’yı okuyup da Tanabay ve rahvan at Gülsarı arasındaki dostluğa hayran olmamak, Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpeği okuyup sarsılmamak, Selvi Boylum’u okuyup da sevgi nedir gerçekte diye sormamak ne mümkün…
Yeni bir çağı, kapitalizminden komünizme geçiş çağını başlatan Sovyet insanının destanını edebiyatın güçlü diliyle ölümsüzleştiren Aytmatov, tedavi için götürüldüğü Almanya’da komaya girerek 10 Haziran 2008 tarihinde Nürnberg’de yaşamını yitirdi ve aramızdan ayrıldı. Ama ayrılırken, dünyaya, insana, doğaya bizim baktığımız yerden bakmıyordu. Onun penceresi artık kapitalistlerin sömürü penceresi idi. O yüzden ona güzellemeler dizmeyeceğiz. Sosyalist sistemin sorunlarına içerden çözümler aramak yerine Gorbaçov ile başlayan karşı devrimci dalganın yolundan giden Aytmatov ve eserleri bizi ilgilendirmiyor. Bizi ilgilendiren hangi Aytmatov’a sahip çıkacağımızdır. Devrimci Aytmatov’u, karşı-devrimci Aytmatov karşısında yok mu sayacağız? Sovyet insanının destanını onun güçlü kaleminden okumayacak mıyız? Bu sorulara cevap verebilmek için Aytmatov’u ve eserlerini biraz tanımakta fayda var. Ancak o zaman doğru bir sonuç çıkarabiliriz diye düşünüyorum.
Aytmatov, 1928 yılında Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’in Şeker köyünde doğar. Çocukluğu II. Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde geçer. Toplumun açlığına, yokluğuna ve kahramanlıklarına tanık olur. Bugünleri Erken Gelen Turnalar adlı hikâyesinde anlatır bize. Babaannesi Ayımkan’ın anlattığı masallar, ninnilerle büyür. Kırgız toplumunun destanlarla örülü dünyası onu çocuk yaşlardan itibaren sarar, büyüler. İç dünyasının zenginleşmesinde çok büyük etkisi olur bu masalların, destanların. Babası Törekul Aytmatov 37 Moskova yargılamalarında karşı-devrimci girişimlerden dolayı yargılanarak idam edilenlerin arasındadır. Amcası ise İkinci Paylaşım savaşında cephede savaşırken ölmüştür. Aytmatov’un Stalin karşıtlığının temelinde çocukluk döneminde yaşadığı bu olayın ne kadar etkisi vardır bilinmez, ama partiye Kruşçev’in başlattığı Stalin karşıtı kampanya döneminde kabul edilir. 1978’de Yüksek Sovyet Prezidium’u tarafından Sosyalist İşçi Kahramanı, 1983 yılında Büyük Sovyet Edebiyat ödülünü ikinci kez kazanır. Gorbaçov döneminde Sovyet Parlamentosu Kültür ve Ulusal Diller Komitesi Başkanlığı ve Sovyet Yazarlar Birliği Sekreterliği görevlerinde bulunur. Gorbaçov’un beş danışmanından birisidir. Kırgızistan adına çeşitli ülkelerde büyükelçilik görevini yürütmüştür.
1958 yılında yayınlanan Cemile adlı hikâyesinin yarattığı etki ile Aytmatov, Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesine girer. 1963 yılında İlk Öğretmen, Deve Gözü, Cemile, Selvi Boylum Al Yazmalım adlı hikâyelerinden oluşan Steplerden ve Dağlardan Hikâyeler adlı kitabını yayınlar ve bu eseriyle Lenin Edebiyat Ödülünü kazanır. İlk romanı Toprak Ana’yı 1963’te yazar. Ardından Elveda Gülsarı gelir. Edebiyat dünyasında büyük etki yaratan Beyaz Gemi’yi 1970’te yayınlar. Ardından Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek ve diğerleri gelir. Tarih 80’li yılları gösterdiğinde Aytmatov artık farklı bir pencereden bakar ve sosyalist sistemi, Sovyetlerin temel var oluş noktalarını sorgulamaya başlar. Karşı cepheden yazmaya başladığı ilk eser olan Gün Uzar Yüzyıl Olur yayınlanır ve bu türde kitaplar yazmaya devam eder. Dişi Kurdun Rüyaları, Cengiz Han’a Küsen Bulut ve son kitabı Dağlar Devrildiğinde bunlar arasındadır.
Selvi Boylum Al Yazmalım: Bitmemiş Türküm Benim
Aytmatov’la bundan yıllar önce Selvi Boylum Al Yazmalım kitabı ile tanıştım. Bu tanışıklıkta elbette hepimizin izlemekten bıkmadığını düşündüğüm Türkan Şoray ve Kadir İnanır’ın oynadıkları, Aytmatov’un aynı adlı eserinden uyarlanan sinema filminin etkisi büyüktü. Bugün bile herhangi bir kanalda rastladığımda bir süre de olsa bakmadan geçemediğim, her zaman severek izlediğim bir filmdir. Sevgi nedir gerçekte, diye soran Asya’nın sorusuyla her birimiz sarsılmadık mı? Bir yanda yaşanmamış bir aşk, diğer tarafta ilmek ilmek örülmüş emek… Asya hangisini seçmeliydi? Kimimiz aşk dedik, kimimiz emek… Asya ise oğlunun baba bellediği kişiyi seçmişti, onlara emek vermiş kişiyi seçmişti. Aşk sorumsuz davranmış, kendi bencil duyguları peşinden gitmişti. Aşkın yürekte fırtınalar estiren deli rüzgarları ne kadar etkili olursa olsun, emeğin o kendi halinde, doğal, sıcak sımsıcak çabası kazanmış, Aytmatov bu eseriyle emeğe güzelleme yapmıştır.
Elveda Gülsarı
Tanabay, Çora ve yağız at Gülsarı’nın hikâyesinin anlatıldığı Elveda Gülsarı ise ikinci okuduğum kitaptı ve Selvi Boylum kitabından daha da çok etkilemişti beni. Tanabay, delidolu bir gençlik yaşamış, iyi niyetli, çalışkan bir adamdır. Devrim yıllarında yer almış, ikinci emperyalist paylaşım savaşına katılmış, inanmış bir sosyalisttir. Demir ustasıdır Tanabay, ama o anda toplumun ihtiyacı başkadır ve arkadaşı Çora’nında ısrarı ile çok sevdiği mesleğini bırakıp, yılkıcılığı kabul eder. Gülsarı ile bu yılkı çobanlığı sırasında karşılaşır ve aralarında kopmaz bir bağ kurulur. Gülsarı az bulunur cinsten bir attır, Tanabay onunla nice yarışlar kazanır. Bölgeye gelen bir yöneticinin Gülsarı’nın namını duyup onu istemesi Tanabay’da ilk kırgınlığı yaratır. Gülsarı ise her seferinde ona geri kaçar. Olmadık acılar yaşatılır Gülsarı’ya, aynı zamanda Tanabay’a. Ama Tanabay bir gün olsun görevlerini ihmal etmez.
Tam yılkıcılığa alışmışken bu kez Tanabay’dan koyun sürülerine bakması istenir. Hiç bilmediği bu işin kendisine verilmesine kızar, öfkelenir, kabul etmek istemez ama sonunda yanına birkaç genç alarak dağlara doğru, hiç bilmediği koşullara doğru görevi devralır. Koyun sürülerinin nasıl bakılacağını deneye yanıla öğrenir. Koşullar zordur ama o elinden geleni yapar. Eser boyunca Tanabay’ın bu çabasına tanık oluruz. Gençler dayanamaz ağır koşullara ve işleri yüzüstü bırakıp kaçarlar. Ağır hava koşulları, yöneticilerin sorunlara duyarsız kalması, ihtiyaçları anlamaması sonucunda büyük bir felaket yaşanır. Tam sürünün kuzulama döneminde öyle bir fırtına çıkar ki tüm sürü telef olur. O anda yaşadığı acıya tanık oluruz. Tanabay bu acı ve çaresizlik içinde kıvranırken, Çora ve bir yönetici çıkagelir. Büyük bir öfke patlaması ile Tanabay bağırıp çağırır, onları suçlar. Ve bu davranışı onun devrim düşmanlığı olarak adlandırılıp yargılanır. Bu süreç partiden atılmasıyla sonuçlanır. Buna sessiz kalan Çora’ya küser ve bir daha yanına uğramaz.
Yıllar sonra, Çora, ölüm döşeğindeyken arkadaşı Tanabay’ı görmek ister. Öyle kırgındır ki Tanabay, gidip gitmeme konusunda çok düşünür. Sonunda atlar Gülsarı’ya ve arkadaşına doğru yola düşer. Ama arkadaşının son sözlerini duyamaz, o sözleri Çora’nın oğlu aktarır. Çora’nın isteği, parti kartını Tanabay’ın götürüp merkeze teslim etmesidir. Amacı, parti üyeliği haksız yere düşürülen Tanabay’ın kendi gözünde hala bir partili olduğunu hem Tanabay’a hem de tüm partiye ilan etmektir. Gecikmiş bir özürdür Tanabay’dan.
Tanabay ve Gülsarı yaşlanmıştır. Yol boyunca yaşlı adam geçmişe döner, kendiyle, yaşadıklarıyla, eksikliklerle hesaplaşıp durur. Tüm bu hikâyeyi Aytmatov bize Gülsarı ile Tanabay’ın çıktıkları yolculuk sırasında, geriye dönüşler şeklinde anlatır. Yolculuğun sonunda Gülsarı ölür ve Tanabay’ın bir tek isteği kalır, o da partisine geri dönmektir. Yalnız bir kuş gibi ölmek istemez ve Çora’nın oğluna ulaşıp ona şunları söylemeye karar verir: “…rahvan at Gülsarı’yı anımsıyor musun? Anımsayacaksın mutlaka. Babanın parti kartını Bölge Parti Komitesine götürürken ona binmiştim. Bana o görevi sen vermiştin. Dün akşam kasabadan dönüyordum, o eşsiz rahvan atım yolda öldü. Bütün gece onun yanı başında oturdum, bütün yaşamımı yeniden düşündüm. Yakında benim de vaktim erişecek, Gülsarı gibi ben de yol boyunda öleceğim. Oğlum Samansur, benim partiye yeniden girmeme yardımcı ol. Çok yaşamam artık. Her zaman ne olmuşsam, yine öyle ölmek istiyorum. Baban Çora’nun parti kartını Bölge Parti Komitesine benim götürmemi istemesinin nedenini şimdi anlıyorum. Sen onun oğlusun, yaşlı Tanabay Bakasof’u tanırsın” der ve “Tanabay, çabuk ol. Kanatların yorulmadan arkadaşlarına yetiş.” Derin bir iç çekişin ardından Gülsarı’ya veda eder.
En Güzel Aşk Hikâyesi: Cemile
İkinci dünya savaşı yıllarında geçen bu hikâyede Aytmatov, bize, Cemile ve Danyar’ın aşkını küçük bir çocuk olan Seyit’in gözlerinden anlatır. Cemile, Seyit’in abisi Sadık ile evlidir. Evlendikten kısa bir süre sonra Sadık askere gitmiş, köyde Seyit’in annesi, Cemile ve Seyit kalmıştır. Seyit’in annesi her koşulda gelininden yana olan bir kaynanadır. Cemile çok güzel bir kadındır. Köyün tüm delikanlıları Cemile’ye aşıktır ama Cemile hiçbirine yüz vermez. Tüm erkeklerin savaşta olması nedeni ile köydeki işlerin yürütülmesinde kadınlara ve çocuklara çok iş düşer. Köy yönetimi Seyit’in annesinden Cemile ve Seyit’i isterler. İlk zamanlar anamız bu fikre karşı çıkar ama sonra izin verir.
Savaşta bacağından yaralanan Danyar, yabancısı olduğu bu köyde savaşın yaralarını sarmaktadır. Sessizce köydeki işlere yardım eder. Cemile, Seyit ve Danyar’dan oluşan üç kişilik ekip kurulur ve istasyondan malzeme taşımaya başlarlar. Cemile çok çalışkandır, ağır yükleri tek başına kaldıran yiğit bir kadındır. Kimse onunla yarışamaz. Gün boyu ağır çalışmanın ardından köye doğru giderken içe kapanık Danyar’ımız türküler söyler. Seyit bu türküleri dinlemekten çok hoşlanır. Yorgun argın eve doğru gittikleri yol boyunca günden güne birbirine yakınlaşan Cemile ve Danyar arasında bir aşk doğar.
Seyit’in çocuk gözleri bize bu aşkı anlatır. Seyit ne yargılar ne kızar ne öfkelenir, yaşanan güzelliği, yeni doğan aşkı büyük bir sevecenlikle izler. Ama Cemile evli bir kadındır ve kocası askerdedir. Bu koşullarda aşklarını bu köyde yaşama koşulları yoktur. Cemile ve Danyar aşklarının peşinden gitmeye karar verirler ve köyden ayrılırlar. Onları giderlerken yalnız Seyit görür. Resim çizmeye meraklı bir çocuk olan Seyit, Cemile ve Danyar’ın sırtlarını köye yani geçmiş yaşamlarına dönüp, yüzlerini yeni ufuklara doğru açarak gidişlerini ölümsüzleştirmek ister ve o anın resmini çizer. Seyit’i ressamlığa doğru götüren belki de bu andır kim bilir?
En güzel aşk şiirlerinin sahibi olarak kabul edilen Aragon, Cemile için dünyanın en güzel aşk hikâyesi demiştir. Kitabın girişinde yazdığı önsözde bu hayranlığını bakın nasıl anlatıyor: “… Hem kısa hem de engin bir hikâye bu. Ne yerli yerinde kullanılmamış biricik kelimesi olan, ne de yürekte yankı yapmadık biricik cümlesi olan bir hikâye. … Yeşillikler içinde mis kokan Talas’tan kopup bize gelen bu türkü hem Ağustos’u hem sonbaharı söyleyen, aygırın ve ürperen toprağın çığlığı olan bu türkü, eski adetleri altüst edip, sevilen kadının adını her mektupta en başa, erkek kardeş, baba, ana ve ihtiyarlardan önceye alan bu türkü, aşkı kanuni evlenmeden, kadının askerdeki kocasına karşı olan ödevinden üstün tutup, köyün ikiyüzlülüğünü tarumar eden bu cüretli türkü. İşte bunun için gönlüm razı olmadı, bu türkü, pelinlerle kaplı bozkırda, insanın gençken Cemile ve Danyar’ın aşkından habersiz, üstünde yatıp uyuduğu samanların kokuları içinde kalsın; yine gönlüm razı olmadı. Kızgın gecelerinden yükselen bu türkü bizim bezgin eski dünyamızda yankılar uyandırmasın ve bu yankıları alıp götüren bulutlar, fırtınalar gidip Cengiz Aytmatov’a ‘sesin buralarda duyuluyor’ demesin.”
Yüzyüze: Seyde Ve İsmail’in Yüzleşmesi
İkinci dünya savaşı yıllarıdır. Seyde ve İsmail yeni evli bir çifttir. Düğünün hemen ardından İsmail askere alınır. Karısı Seyde, bebeği ve kaynanası ile birlikte kocasının dönüşünü beklemektedir. Bir gece İsmail çıkar gelir. Seyde kocasını karşısında görmekten mutludur ama daha sonra kocasının bir asker kaçağı olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalır. Evlerinin bitişiğinde Totoy adında iki çocuklu bir kadın yaşamaktadır. Kocasını savaşta kaybeden bu hasta kadın da köyü kasıp kavuran yokluktan çocuklarını koruma telaşındadır. Bütün umutlarını yakında doğum yapacak olan ineklerine bağlamışlardır. Kadının ve çocukların bu durumuna şahit olan Seyde ineğin bir an önce doğurması ve onlara süt vermesi için dua etmektedir. Bir gün bu kadının bel bağladığı ineğin çalındığı haberi yayılır. Totoy perişan olur. Herkes hırsız avına çıkar. Seyde komşularının ineğini çalan hırsızın, o gece eve elinde taze etlerle gelen kocası olduğunu öğrenir. Çok zor bir durumda kalmıştır, üzüntüsünden saçları bembeyaz olur. Bu ruh hali içinde kocasının saklandığı mağarayı askerlere gösterir. İsmail’in, askerlerle yaptığı çatışmanın ortasında, karısıyla yüz yüze gelmesi ile hikâye sona erer. İsmail’in karşısındaki Seyde, onun tanıdığı Seyde değildir. Savaşın zor günlerinde açlığı, yokluğu paylaşmayı öğrenmiş, komşusunun acısını kendi acısı, mutluluğunu kendi mutluluğu olarak görmüş bir Seyde vardır artık.
“Aralarındaki mesafe gittikçe azalıyordu ve birden yüz yüze geldiler! O zaman Seyde’sini tanıyamadı. Bu kadın o değildi. Başı açık, saçları ağarmış, kucağında yavrusuyla korkusuzca kendisine bakan bu kadın o değildi. Birden onu kendisine fersah fersah uzaktaymış gibi gördü. Kederinin heybetiyle erişilmez, ulaşılmaz bir yüceliğe kavuşmuştu. Onun karşısında kendisi ne kadar güçsüz ne kadar acınacak haldeydi!”
Tolganay’ın Toprakla Sohbeti: Toprak Ana
Aytmatov’un ilk romanıdır. Yine savaş yıllarıdır. Kocasını ve üç oğlunu cepheye gönderen Tolganay’ın yaşadıklarını konu alır. Ömrünün sonuna gelmiş Tolganay toprakla dertleşirken tüm olayları bize anlatır. Tolganay güçlü bir yapıya sahip, yüreği insan ve toprak sevgisi, üretme coşkusuyla dolu bir kadındır. Erkeklerini savaşa gönderen köyün dertleriyle uğraşır. Ev ev ihtiyacı olan insanlarla ilgilenen Tolganay, yokluğun pençesinde her türlü acıyla yüz yüze gelir. Gelini Aliman ile birbirlerine dayanak olan bu kadını, gelininin durumu çok üzmektedir. Çok sevdiği kocasını evlendikten hemen sonra cepheye uğurlayan genç Aliman’ı kendi kızı olarak bağrına basar. Tolganay cepheden kocası ve büyük oğlunun ölüm haberini aldığında, kendi halinden çok gelinine üzülür. Bir gün gelininin bir çobanla yaşadığı ilişkiden hamile kaldığını öğrenir. Bütün acılara rağmen (diğer iki oğlunun da ölüm haberi ulaşmıştır) gelinine sahip çıkar. Aliman bu çocuğu doğururken ölür. Tolganay çocuğu bağrına basar. Ona Canbolat ismini verir. Bu bebek, artık mazide kalmış ailesinden ona kalan tek hatıradır.
Canbolat’ın uzattığı ekmeği alır: “Sürücülerin ellerinden, taze buğdaylardan, kızgın demirden, mazottan gelen ya da bunların karışımı olan bir kokuydu bu… Sonra ikinci, üçüncü lokmaları da aldım, onlarda da mazot kokusu vardı. Ama yine de o güne kadar öyle lezzetli ekmek yemediğimi söyleyebilirim. Bu emekçi oğlumun nasırlı ellerinden çıkan ekmekti. Tarlayı süren, buğdayı yetiştiren, hasadı kaldıran, tarlada çalışan insanlarımızın halkımızın ekmeğiydi.”
“Ben hiçbir şeyi unutmam Tolganay. Bu dünya var olalıdan beri, bütün çağların, bütün yüzyılların izlerini taşıyorum ben. Tarih kitaplara sığmaz. Ve senin hayatın Tolganay, o da benimledir. Yüreğimin içindedir. Anlat Tolganay, seni dinliyorum, bugün senin günün.”
Boynuzlu Maral Ana Destanı: Beyaz Gemi
Aytmatov, bu ve sonraki eserlerinde Kırgızların sözlü edebiyatının ürünleri olan masallara ve efsanelere daha fazla yer vermeye başlar. Beyez Gemi’de Boynuzlu Maral Ana destanını anlatır bize. Romanın kahramanı yedi sekiz yaşlarında Isık-Göl kıyısında dedesi, ninesi, teyzesi ve onun kocasıyla birlikte yaşayan bir çocuktur. Adı yoktur onun, herkes çocuk diye seslenir. Çünkü o tüm çocukları temsil etmektedir. Babası ve annesi tarafından terk edilen torununa sahip çıkan Mümin dede, ona masallar anlatır. Dedesinin yanından hiç ayrılmayan çocuk, onun anlattığı masaları dinlerken adeta yaşıyormuşçasına onlardan etkilenir. Çok geniş bir hayal dünyasına sahip olan çocuk, babasının beyaz bir gemiyle bir gün mutlaka döneceğini hayal eder. Dürbünüyle her gün gölde yük ve yolcu taşıyan bir gemiyi izler. Gemilerde tayfalık yaptığını sandığı babasının da bu gemide çalıştığını düşünerek, balık olup bu gemiye ulaşmayı, tüm yaşadıklarını, hayallerini, özlemlerini ona anlatmayı düşler.
Mümin dede, torununa sık sık Kırgızları ve onların ormanlarını terk eden boynuzlu maralların hikâyesini anlatır. Çok çok eski zamanlarda diyerek başlar: “Yenisey ırmağı boyunca kabileler arasında savaşlar olur, zaferler ve yenilgiler yaşanırmış. Fakat kabilelerin büyüklerinden biri öldüğü zaman büyüklerine yas tutan kabileye saldırılmazmış. Bir gün Kırgızların lideri öldüğünde ona geleneklerine göre büyük bir cenaze töreni düzenlemişler. Herkes cenazeye layıkıyla bir tören yapılması için uğraşırken, onları silahsız yakalayan bir düşman kabilesi, bir kişiyi bile sağ kalmayacak şekilde kılıçtan geçirmiş. Bir tek oynamak için ormana giden bir kız, bir de oğlan çocuğu kurtulmuş. Çocuklar onların düşmanları olduğunu bilmeden, o sırada uzaklaşan toz bulutunun ardına düşmüşler. Çok uzaklarda bir dağın yamacında bir şölen verildiğini görüp oraya gitmişler, bu şölen yeni topraklar kazanan düşmanlarının zaferlerini kutladıkları bir şölenmiş. Oraya gidince kabilenin lideri, bu iki çocuğun Kırgız aşiretinden olduklarını anlayıp, onları bir uçurumdan atması için bir kadına vermiş. Böyle bir şeye kadının da gönlü razı olmuyormuş ama o yapmazsa bir başkası çocukları feci bir şekilde öldürebilirmiş. Onları uzaklarda bir uçurum kenarında aşağıya atacakken, büyük boynuzlu bir maral belirmiş. Kadına yavrularının insanlar tarafından öldürüldüğünü, o yüzden o çocukları istediğini, onları yavruları gibi büyüteceğini söylemiş. Çocukları alıp güneylere Isık-Göl kıyılarına gelmiş. O iki çocuk büyümüş, Kırgızlar onların soyundan yeniden türemiş. Ve bu insanlar Boynuzlu Maral Ana’nın çocuklarına hep saygı duymuş, onları avlamamışlar.
Ta ki yıllar sonra dosta düşmana ne kadar zengin olduklarını göstermek için, ölen babalarına yaptıkları görkemli bir cenaze töreninde, oğulları, onun öte dünyada Boynuzlu Maral Ana’nın soyundan olduğunun anlaşılması için mezarının başına büyük bir maral boynuzu dikmeyi düşünene kadar... Bundan sonra ölenlerine saygı ifadesi olarak, mezar başlarına maral boynuzu dikmeye başlamışlar. Boynuzlu Maral Ana bu insanlara küsmüş, kalan yavrularını alıp oraya veda ederken, bir daha geri dönmeyeceğini söylemiş.”
Eğer bir gün dönerlerse bu insanları affettiklerinin işareti olacaktır. Bir yandan babasının dönüşünü diğer yandan maralların gelişini hayal eder. Bir gün dede sevinçle çocuğa maralların geldiklerini, onları ormanda gördüğünü söyler. Çocuğun sevincinin tarifi yoktur. Ancak maralların geldiğini bilen yalnız dede ve torunu değildir. Orozkul’da görür maralları ve onun için yalnızca bir ziyafet konusudur onlar. Misafirleri için Mümin dededen bu maralları avlamasını ister, karşı koyma gücünü kendinde bulamayan Mümin dede, tüm inandıklarını ayaklar altına alarak maralları avlar. Çocuk okuldan geldiğinde insanların et paylaştıklarını görür, önce anlamaz ama sonra öldürülen maralın boynuzunu gördüğünde her şeyi anlar. İnsanlara güvenerek yeniden Isık-göl kıyılarına gelen marallar bir kez daha öldürülmüştür. Çocuk o anda bir balık olup beyaz geminin ardına düşmeyi ve babasına ulaşmayı hayal eder. Yakınlardaki çaya koşan çocuk, kendini azgın sulara bırakır. Ardından dedesi ona seslenir:
“Çocuk kalbinin, çocuk ruhunun bağdaşmadığı her şeyi reddettin. İşte beni teselli eden de budur. Bir şimşek gibi yaşadın sen. Bir defa çaktın ve söndün. Şimşeği çaktıran göktür. Ve gök ebedidir. İşte budur beni teselli eden. Bir başka tesellim daha var: İnsandaki çocuk vicdanı tohumdaki öz gibidir. Ve o öz olmadan tohum filizlenmez, gelişmez. Yeryüzünde bizi neler beklerse beklesin, insanoğlu doğdukça ve öldükçe, insanoğlu yaşadıkça, hak ve sorumluluk denen şey de var olacaktır...”
Deniz Kıyısında Koşan Alaköpek
Hikâye küçük bir çocuğun (Krisk) fok balığı avcılığını öğrenmesi ve erkekliğe adım atması için babası Emrayin, amcası Mılgın ve Orhan Dede ile birlikte denize açılmaları ile başlar. Bir süre sonra deniz üzerinde bir sis tabakası oluşur ve günlerce bu sis kalkmaz. Yollarını kaybetmişlerdir ve onlara yol gösteren guguk kuşu (kutup baykuşu) bir türlü görünmemekte, aynı zamanda içecek suları da tükenmek üzeredir. Denizin ortasında kalan bu üç yetişkin içsel tartışmalara yönelirler. Ölüm ve yaşam üzerine sorular sorarlar kendilerine. Yaşamayı kimin hak ettiğini, kendisinin mi yoksa henüz yaşamının başında olan küçük çocuğun mu? Kurtulmak için bir umut varsa eğer, bu umut kimin hakkı? Kıyı görünene kadar en azından var olan suyun bitmemesi gerekiyor. Su ise ancak bir kişiye yetecek kadardır. Peki, bu kişi kim olmalıdır?
Tüm bu iç çatışmanın sonunda, umudun küçük çocuktan yana olmasına karar verirler. Bu kararı alabilmelerinde dedenin sessizce kendini sulara bırakmasının etkisi büyüktür. Önce Orhan dede, sonra Mılgın amca ve son olarak çocuğun babası Emrayın birer birer kendilerini feda ederler.
Orhan dede kendini denize bırakmadan önce torununa sisler dağıldığında deniz kıyısında koşan ala köpeğe doğru git, der. Kıyıya paralel uzanan bir kaya tıpkı koşan bir köpek gibi görünür. Sisler dağıldığında, umut, kıyıdan koşan bir ala köpek olarak el sallar. Çocuk kurtulur, kazanan fedakârlık olur.
Gün Uzar Yüzyıl Olur
Halkımın gelenek ve göreneklerini anlatıyorum, diyen Aytmatov, fakat orada kalırsanız bir yere varamazsınız, der ve ekler: “Edebiyatın yalnızca bu gelenekleri anlatmaktan öte hedefi vardır. Yazar, ufkunu yerel olanın ötesine doğru genişletmek ve evrensel olana ulaşmak için çaba göstermek zorundadır. İyi yazar tipik insanı ortaya koyma ustalığına erişen yazardır.” Aytmatov’un yukarda anlattığımız eserleri gerçekten de bu ustalığı gösterebilmiş, yerel olandan evrensele ulaşabilmiştir. Kırgızların destan ve söylencelerini yazılı hale getirerek, onları bize ulaştırmıştır.
Destanlar ve söylencelerle örülü edebiyat eserlerini birçoğumuz severiz. İnsanlığın çocukluk dönemine ait olan sözlü edebiyat bizi öylesine etkisi altına alır ki onlara inanmak isteriz ve inanırız da... Ama bu eserlerin yazarlarını şöyle bir tehlike bekler; ideolojik duruşu eğer evrensel olana doğru değilse yerel olanın sınırlı ve dar dünyasında gericileşir, geçmişe güzelleme yapmaktan başka bir seçenek kalmaz kendine. Aytmatov’un gelişme çizgisi de bize bunu göstermektedir.
Gün Uzar Yüzyıl Olur romanı Sarı-Özek bozkırında yaşayan, bir elin parmağını geçmeyen insanları anlatır bize. Sovyet toplumunun bir profilini görürüz burada. Bir yanda bozkırın ortasında, doğanın acımasız yasalarıyla savaşarak yaşamak zorunda olan insanlar, diğer yanda bozkıra kurulmuş bir uzay istasyonu. Bir yanda evrendeki diğer canlılarla bağ kurmaya çalışan insanlık, onun karşısında ölen arkadaşını İslami geleneklere göre gömebilmek için uğraşan bir Sovyet insanı. Aytmatov’un deyimiyle “İnsanlık kendi dünyasının dışında kuracağı uygarlığın eşiğindeydi.” Uzay istasyonunun kuruluş amacı ABD ve Sovyetler Birliği’nin uzayda ortak çalışma yürütmesidir. Yani iki dünyanın, kapitalizmle sosyalizmin bir arada yaşayabilmesinin simgesidir. Uzay gemisinde araştırma yapan astronotlar evrenin derinliklerinde yaşayan varlıklardan yardım sinyali alırlar. Dünya dışı bir uygarlıkla ilişki kurulduğu zaman, bunun, yeryüzünde yaşayan insanlar arasında yeni bir iç savaş, yeni bir geçimsizlik sebebi olabileceğini düşündükleri için, dünyaya bir mesaj bırakarak Orman Göğsü gezegeni ile bağ kurmak için yola çıkarlar. “Bizi oraya çeken şey bilgiye susamışlık, insanoğlunun başka dünyalarda kendisi gibi akıllı yaratıklar bulunca, mantığı mantıkla birleştirme konusundaki arzu ve hayali idi. Bununla beraber bizim başka bir dünyanın uygarlığı ile ilişki kurmamızın iyilik mi yoksa kötülük mü getireceğini kimse bilemez. Biz bu konuda tam tarafsız, objektif bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.” Bu haber iki dünyada da korkuyla karşılanır ve araştırmalar yasaklanarak, uzay istasyonu patlatılır. Gerçeğin üzeri bugünü kurtarma adına kapatılır.
Bu eserinde uzay istasyonu ile insanlığın geleceğini, Ana Beyit Mezarlığı ile ise geçmişini simgeler. Bize geçmişten ve gelecekten korkan bir sistem tablosu çizer Aytmatov ve dünyanın yeni bir uygarlıkla tanışmaya henüz hazır olmadığını söyler. Tüm bunların sorumlusu olarak da sosyalist sistemi görür. Ona göre artık sosyalizm insanlığın kurtuluş yolu değildir. Ana Beyit söylencesine dayanarak, bize, sosyalizmin de tıpkı Juan Juanların esir aldıkları diğer topluluk insanlarını köleleştirdiğini, onları kendi benliğinden, kimliğinden soyundurarak “mankurt”laştırdığını anlatır.
İnsanlık bir dönüm noktasındadır. Gerçekten de bu eserin yazıldığı yıllar olan 80’li yıllar, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin karşı devrimci güçler tarafından ciddi saldırılara uğradığı dönemdir. 89’da sosyalist dünyanın yaşadığı geriye düşüş, çok önceden başlayan ve adım adım yürütülen karşı devrimci faaliyetin bir sonucudur. Aytmatov’un bu süreçler içinde aldığı görevde düşünüldüğünde bu eseri neden yazdığı ve bu eserde asıl mahkûm etmek istediğinin ne olduğu ortadadır. Tüm saldırılar sosyalist sisteme dönüktür. Onun ardından yazdığı romanlarda aynı yolu izleyerek gitgide gericileşmiştir. Artık karşımızda yerel olanı evrensel olanla buluşturan bir Aytmatov değil, yerel olanın dar dünyasında sıkışmış, tipik olan insandan uzaklaşmış, karşı devrimci bir Aytmatov vardır. Cengiz Han’a Küsen Bulut, Dişi Kurdun Rüyaları ile saldırılarını sürdürür.
Aytmatov’un genel eğilimi sosyalizmden kapitalizme doğrudur. Bu nedenle eserlerinin birçoğunda bu çelişkiyi barındırdığını görürüz. Bir yandan sosyalizmin yarattığı insanı, sosyalist toplumun çeşitli karakterlerini ve sosyalist toplumun yaşamından çeşitli kesitleri başarılı bir şekilde aktarırken diğer taraftan, bir komünist olarak sorunları aşma yolunda çözümler üretmesi gerekirken, sadece onları ortaya koyduğunu görürüz. Zamanla bu tutumu, doğrudan sosyalizme karşıt bir konuma vardırır onu. Yaratıcı eleştiri yerine yıkıcı faaliyete eğilimli bir bakış açısıdır onun izlediği yol. Politik yaşamına baktığımızda, Aytmatov, Kruşçev’in başlattığı Stalin karşıtı kampanyanın yürütüldüğü süreçte Komünist partiye üye olan bir kişidir. Ondan sonra da birçok önemli konumlarda görevler almıştır. Gorbaçov’un yanındaki beş kişiden biridir. Aytmatov’u bu yanıyla ele almak için ne zamanımız ne de yerimiz var. Ama şu bir gerçek, sosyalizmin çocuğu olarak doğan, bize sosyalist insanın ölümsüz tipik örneklerini veren, Kırgız halkının yerel olan değerleriyle, insanlığın evrensel değerleri arasında köprü kuran Aytmatov, karşı-devrimci dalganın içinde yer alarak, evrensel olandan uzaklaşarak yerel olana sığınmış, sosyalizmden uzaklaşarak kapitalizmin sularına yelken kırmıştır.
ÖNSÖZ, 12. Sayı, Güz ‘08