Haziran ‘13 ile Nisan ‘16 arası yaşanan bir dizi silahlı ve silahsız ayaklanma, devrim tarihimizin en büyük meydan okuma dönemini temsil eder. Uzun iç savaşta bir zirvedir. Ancak, istikrarlı bir yükselişten ziyade, olağandışı ileri atılımlar, sıçramalar, yalpalamalar ve geri düşüşlerle, kitlelerin devrimci ve bağımsız inisiyatifinin ürünleri olmanın tam karakterini yansıtan bir dönemdir.
Olayların akışını izlemeye devam etmeden önce, bir ara verip soluklanarak, zirveye tırmanan bu karmaşık patikayı yürüyen ve mücadeleyi sırtlayan devrimci kitlelerin, daha önce açıklananlara ek olarak, bazı başka temel özelliklerini gözden geçirelim. Böylece, çoğu kez kaçınılmaz biçimde zirvede yaşanan yalpalama ve hataların, devrimci kitlelerin hangi özelliklerinden kaynaklandığına dair, daha derin ve kapsayıcı bir bakış açısı elde edebiliriz.
Gezi’den Kent savaşlarına, mücadeleyi sırtlayan kitlelerin, geçmiş döneme kıyaslandığında farklılık arz eden iki özelliğine dikkat çekmek yerinde olacaktır.
1) Ayaklanmacılar, kelimenin gerçek anlamında “kentli” bireylerden oluşuyordu; ve
2) Bu kitleler, düşünce sistematiğinde, canlı sezgiden oluşmuş bir kanaate hızlıca geçişi sağlayan iletişim olanaklarıyla donanmıştı.
Burada sadece kentlerde ikamet ettikleri için değil, ama yaşam tarzı ve ilişkileriyle kentli olma durumundan söz etmek gerek. Bilinen hikayedir: Onyıllarca kente taşınan kırsal nüfus, buralarda hemşeri ve akrabalarına yakın oturdular; büyük metropollerin pek çok mahallesi, bir ya da birkaç kırsal bölgeden göç edenlerle birlikte anılır oldu. Hemşeri ve akraba dayanışması sayesinde emekçi sınıfı hızlı biçimde kentlerde kök salabildi. Ancak bu durum, son yirmi yılda dramatik bir değişim geçirdi. Yaygınlaşan banka ve kredi kartları, sınıf içi dayanışmanın bu biçimini eritti. Ama bu yolla, gerçek anlamda “modern” sınıf ilişkileri, her karanlık köşeyi aydınlatacak bir zemine kavuştu. Emekçiler arası ilişkiler ve bireylerin karakteri de, bu zemin üzerinde yeni biçimler kazandı.
Geçmiş dönemlerde, kentlerde yaşasa bile, hemşeri ve akraba dayanışmasına bağımlı kalmak suretiyle, dar ve yerel ilişki biçimlerini ayakta tutan kitleler, öncülerle bağlantılarında, paradoksal bir durum yaşadılar. Bir yanda, modern ilişkilerin belirlediği sınıflar mücadelesinin sonuçlarını öğrenip kavramada, ayaklarına bağ olan dar-yerel düşünme alışkanlığını öncüler sayesinde aşabiliyorlardı. Diğer yanda ise, dar yerel ilişki ağları içinde hızlıca yol alma (90’lı yıllarda gelişimin esas kanalıydı) imkanları, öncülere, bu ilişkileri korumaya almak refleksi verdi. Paradoksu yaratan, öncülerin bu tutumuydu. 2000'li yıllardan itibaren, devrimci grupların büyük ölçüde yararlandıkları bu dal kurudu, dayanışma ağları, ancak daha modern bir çerçevede toparlanabilecek ölçülerde dağıldı ve nihayet, tüm bu dağılmaların sonucu olarak, “büyüklere koşulsuz saygı”yı öğütleyen kuşaklar arası bağlantıların sağlam köprüleri de yıkıldı.
Kaybedilenin yerine, halihazırda egemen olan “modern” sınıf ilişkilerinin belirlediği sosyal ilişkiler ağı geldi. Kuşkusuz, sokaktan geçen herkesin cebine adeta zorla tutuşturulan banka ve kredi kartları emekçi sınıfları tekelci sermayeye, Prometheus’un kayalara mıhlanması gibi bağımlı kıldı. Kaybolup gidene hayıflanarak, olup bitene “çürüme, atomize olmak” gibi yüzeysel yaftalar takmaya alışkın olanlara inat; tüm bu gelişmeler, emek-sermaye çelişkisinin her yönüyle kavranabileceği bir zeminin geçmişin gölgelerinden temizlenmesiydi. Sınıflar arası ilişkilerde emekçilere yeni bir konum belirleyen bu değişim, bireylerin özel yaşamına da aynı ölçüde sarsıcı etkilerde bulundu. Hemşericilik, akrabalık ve kuşaklar arası hiyerarşik bağıntıdan azade olan kentlerin emekçi bireyleri, sürekli ve hızlıca değişen kentlerin kaotik ortamına uyum sağlamada geçmiş kuşakların ulaşamadığı bir noktaya geldi ve bu sayede, ilişkilerinin modernliği ve çok yönlü yetenekleriyle, daha gelişkin bireyler çıktı.
Eğer burjuva psikoloji bilimi kılavuzumuz olsaydı, kentli emekçi bireye kolayca “nevrotik-şizofrenik” tanısı konulabilirdi. Çünkü, yukarıda sıralanan özellikler, emekçi bireyde, geçmişle kıyaslandığında “çarpık” bir kişilik oluşturur. Bir yanda birey özellikleri ve geniş ilişki ağlarıyla değişime hızla uyum sağlayan bir özgüvene sahip, fakat diğer yanda, sermayeye borçla mıhlanmanın sulayıp durduğu şu duygu; değişimi yönlendirmek veya bireysel kaderi ele geçirebilmek için, bireysel çabanın artık yetersiz olduğunun farkındalığı... Elbette “çarpıklık”, çözümü ertelemeye imkan tanımayan bir çelişkinin keskin varlığından ileri gelmektedir. Gelişkin bireysel özellikler, ilişkiler ve özgüven, ancak sosyal ilişkilerin yeni baştan kurulmasıyla tatmine ulaşacak, bireysel gerçekliği ve bütünlüğü sağlayacaktır. Yeri gelmişken, tuhaf bir duruma dikkat çekelim. Bu topraklara özgü “öncü misyonu” anlayışının çarpıklığı, şu sonuca varıyor; kitlelerin ve onları oluşturan bireylerin özgüveni ne denli yüksekse, bu türden çarpık öncü anlayışlarının özgüveni, o denli yerlerde sürünür; kitlelerin giriştiği her şiddetli kavganın sonrasında, bu öncülerin bir “mağduriyet” hesabı çıkarması, bu tuhaflığın ürünüdür.
Gezi’den kent savaşlarına dek, ayaklanma içinde bulunan kitlelerin bu “kentli” karakteri, mücadelenin seyrine, biçimine bir şekilde damgasını vurmuştur. Bu insanlar, giriştikleri kavgada zaferin güvencesini “davanın tarihsel haklılığı”nda aramaya, öncüler kadar heves duymazlar; ama o güvenceyi hızlı ve pratik bir sonuç üretme başarısında ararlar, çünkü toplum-birey arası çelişkinin keskinliği, acil bir çözümü dayatmaktadır. Bireysel çabanın değişimi yönlendirmedeki güçsüzlüğünün farkında olmak, bu türden bireylerden oluşmuş devrimci kitleyi, kısmi, dar ve köklü sonuçlar vaat etmeyen hareketlerden uzaklaştırır. Bu kitle dağıldığında, onları bekleyen dünya, tüm geleneksel güvencelerden yoksun, umutsuzluk dünyasıdır; ama aynı bireyler yeniden toplaştığında, umutsuzluk çukurundan yükselişin heyecanıyla iyice alevlenen umut, hayal ve heveslerle dolu şiddetli bir canlanış yaşanır. Ve bu özellikler bizi, son dönemin kitle hareketlerinde gözlemlediğimiz seyre getirir: Hızla yükselen, şiddetli duygularla dolu ama sebatkarlıktan yoksun bir hareket ile, umutsuzluk çığlıklarıyla bezeli uzun bir bekleyiş arasında gidip gelen, frekansı düşük ama dalga boyu yüksek bir kitlesel eylem grafiği...
Ayaklanmalara katılanlar dışındaki kitlelerde durum ne? Gezi döneminde RTE’nin “Yüzde elliyi evde zor tutuyorum” lafı, sanki nüfusun yarısı onun bir parmak şıklatmasını bekliyormuş yalanına dayansa da, bir yanıyla doğruydu. On milyonların eylemi karşısında sessizliğini koruyan geniş bir emekçi kitle vardı ve onları evlerinde çakılı tutan kırbaç, yine aynı sermayeye bağımlılık-borç ilişkisiydi. Çok yakın bir zamanda uğradığımız sel felaketleri sayesinde öğrendik ki, Kastamonu’nun uzak bir kasabasında bile apartman daireleri, İstanbul’dakilerle yarışan fiyatlarla alıcı bulabiliyormuş. Son yirmi yılın iyi bilinen rant hikayesidir bu. Emperyalist merkezlerden dolu misali yağan kredi paralar, birikimi ve yoğunluğu düşük sanayi üretimine değil, rant gelirini bölüşen alanlara kaymıştı. Enerji, inşaat ve ticareti şişiren rantlar, en uzak kasabalarda bile sıra sıra apartmanlara, doğal gaz dağıtımına, sokak aralarına dizilen arabalara, vb. yol açmıştı. Hepsi borçla oldu ve taşra kentlerinde yaşayanlar, dar-yerel ilişkilerle modern kentli ilişkilerin arasında uzanan arafta buldular kendilerini. Onlar için kredi, akraba ve hemşeri dayanışmasının tamamlayıcı unsuruydu. Her aile yaşadığı kasabada, çevre köylerde oluşan akrabalarıyla dolu apartmanlar dikti. Böylece, kendi deneyimleriyle “düzenlerini oturtacak” imkanlara kavuştular. Ancak “kendi düzenleri” diye kurduklarının, sermayenin yağdırdığı kredi-paraya tümüyle bağımlı olduğunu anlamaları için, sürekli bir akışla dolan havuzun kuruması yetecekti. Ne var ki henüz 2013-16 arasında havuz hala dolabiliyordu. Arafta kalanlar, Haziran-Kent savaşı dönemini en çok, faizler fırlayacak korkusuyla işlediler, onları evde tutan zor koşullarından biri buydu. Ayaklanmanın zafere giden yolda en büyük güvencesi, karşı-devrim cephesi ve tarafsız kalanlar arasında büyük yarıklar açabilmesinde saklıdır. O dönem, karşı cephede böyle yarıklar, tepedeki çatlamalardan farklı olarak, gerçekleşmedi, ama şimdi bunun olanakları var.
Dönemin ayaklanan kitlelerinde öne çıkan diğer özellik, düşünme, akıl yürütme sistematiğinde ve alışkanlıklarında görülen değişimdir. Şöyle özetlenebilir: Canlı sezgiden kanaate hızlı geçiş. İnsanlar etkinlikte bulundukları sınıf koşulları çerçevesinde, en yakın çevresinde çelişkilerin farkına varır ve tepki duyarlar. Kanaat ise, bu anlamlandırma adımlarının orta yerinde durur. Sezilen, fark edilen çelişkilerden kanaat yoluyla bir düşünceye varılır ki, bu sayede gördüklerini-duyduklarını yorumlama, düşüncesini dile getirip yayma ve tepkisini şekillendirip toplumsal düzlemde bir tutum ve taraf belirleme şansına sahip olurlar. Buna yol veren kanaattir.
Geçmiş dönemlerde, canlı sezgiden kanaate giden yol üzerinde öncülerin yeri zor doldurulur bir konumu vardı; gerekli anahtar kavramlara sahiptiler, her şeyden önce: Olaylar silsilesi içinde önemli olana işaret etmek, tarihi ve güncel örneklemelerle bireysel deneyimin toplumsal bir olgu olduğuna dair bilgi oluşturmak; hepsi, birey ya da grupları bir davaya inandırmak üzere çabalayan öncünün elindeki avantajlardı. Ancak bu avantajlar, bilginin tek yanlı akışıyla damgalı kısıtlı iletişim kanallarıyla bir arada var olabiliyordu, kısıtlılık öncülere avantaj sağlıyordu.
İletişimin çok yönlü akışı, yani bilginin herkes tarafından üretilip yaygınlaştırılabildiği bir interaktif ortamda, canlı sezgi ile kanaat arasındaki mesafe oldukça kısa oldu. Bireysel deneyimin başkalarınca da paylaşılıp çoğaltıldığı, deneyimin ortak ögelerinin kolayca görülebildiği bu iletişim ortamında, canlı sezgi sayesinde fark edilen çelişkinin toplumsal boyutları hemen kendini belli ediyordu. Yine bu sayede, deneyimleri bilgiye, fikre ulaştırmak, aracısız gerçekleşebiliyordu. Ulaşılan bilgi bir kanaat oluşturuyor, kişiler elde ettikleri bu ilk kanaati hızla yayıp, bir taraf alma pozisyonu benimsiyorlardı.
Toplumsal bir konuda hızlıca “taraf olma” ihtiyacının özellikle politikaya yeni uyanan kitleler için, yukarıda açıklandığı üzere, bireysel özgüvene tezat bireysel etkinliğin değişimi yönlendirme güçsüzlüğüne dair keskin çelişkiden beslendiğini belirtmek gerek. Canlı sezgi toplumsal bir etkinliğe girişmek için henüz yeterli değildir, ama kanaat bir düşünce ve bir tutum içerir ve bir davranış biçimi üretir. Sezgi, henüz biçimlenmemiş tutumun tohumudur, onu kim sularsa meyvelerini de o toplar. Kanaat ise, artık açmış bir çiçektir. Kişiler, henüz sezgi düzeyindeki düşüncelerini başkalarının biçimlendirmesine açıktırlar ama kanaatleri konusunda daha tutucu davranırlar; daha doğru bir ifadeyle, o kanaatlere kuvvetle tutunurlar ve yine bizzat olaylar tarafından hata ve yanlışları kanıtlamadıkça, bir başkasının o kanaate müdahalesini istemezler. İşte, geçmişten farklı olarak, bu yeni dönemde, öncünün karşısına dikilen engellerden biri budur: sezgiyi biçimlendirmek kolay, kanaati değiştirmek zordur.
Öte yandan, kitlelerin kendi etkinlikleri yoluyla elde ettikleri kanaat hemen her zaman ortalama bir kanaattir, bolca önyargıyla, aptalca bir güven duygusuyla, boş beklentilerle doludur. Her büyük sarsıcı olay bu ortalamayı daha yükseklere çeker, her adımda bir önyargı, hata ve eksik, farkına varılanlar listesine girer. Öncünün, sezgi ve kanaat arasındaki manevra alanın daralması, kitlelerin hata ve eksiklerinden arınma sürecini, olayların ve gelişmelerin insafına terk eder. Yine de öncü, kaybettiği manevra alanını, bir başka alanda geniş imkanlara kavuşan manevralarla telafi edecektir. Bu yeni alan çok katmanlıdır. İlk katmanda, tarihin hızlanması olgusu vardır. Kitlelerin tutum belirlemede dolaysız imkanlara sahip olmasıyla, sarsıcı olaylara verilen tepkinin şekillenmesi hız kazanır, mücadelenin seyri ve temposu sıklaşır. İkinci katmanda, kanaatin ötesine uzanan düşünce ve tutuma dair olan bulunur. Kanaatler silsilesi toplumsal etkinlikle buluştukça, dünyayı değiştirmenin ideal yolu, amaç ve hedefler konusunda netlik kazanmak bir ihtiyaç olarak belirir. Ve bu alan, ancak öncünün etkin biçimde kullanımına açık alandır. Bu sayede öncü, bir kanaat oluşturma sürecinde kaybettiği mevziyi, ancak daha ileride, amaç ve hedefleri netleştirme sürecinde yeniden kanabilir. Artık “uyuyanı uyandırmak” değil, daha ziyade, “uyanıp harekete geçmiş olanın önüne işaret fişeklerini koymak”tır öncülük. Oportünizm ne denli yaygın bir kanser ise, proleter öncü için bu alan o derece bakir bir alandır.
Kendi kanaatini kendi oluşturan kitleler ile öncü arasındaki “güven inşası” da, benzer ölçülerde yer değiştirmiştir. Uyanıp politik yaşama atılmakta öncülerden pek az destek alma ihtiyacı duyan kitleler, daha en baştan, kendi devrimci bağımsız inisiyatifini tanıyan, bu iradeye yabancılaşmayan bir öncüye güven duyacaklardır. Ve ulaştıkları ortalama kanaat ile öncünün onlara taşıdığı bilinç arasındaki uzaklığı olduğu kadar ortak yanları da fark edecek olgunluğa, yine kendi hareketleri süresince ulaşacaklardır. Güven ne onlar adına konuşmak, ne de onlar adına dövüşmekle kazanılır. Yine, onlar adına büyük bedeller ödüyor olmak da güven inşası için yeterli olmaz, çünkü sefalet içinde kıvranan kitlelerin ödediği bedeller, çoğu “kahramanca” olmadığı için görünmez. Kitleler, kendi hata ve eksiklerinden öğrenmelerini kolaylaştıran, ama bunu bir muallim aydın edasıyla değil, bağımsız inisiyatif ve iradeyi destekleyerek yapan bir öncüyle güven ilişkisi kuracaklardır. Bu demek değildir ki, hiçbir şey söyleme, bırak devrimci kitleler kafalarını duvarlara vura vura öğrensin. Hayır, elbette proleter öncüler, kitleler daha harekete geçmeden önce, hata ve eksiklerin sonuçlarına dair uyarılar yapmakta yükümlüdürler. Ama bu topraklarda öncüye musallat olan muallim-aydın tavrı şöyle işler: Girişecekleri hareketin yanlışları konusunda kitle uyarılır, eğer bu uyarıları dinlemezlerse, öncü bir kenara çekilir ve kitleler kafayı duvara çarptığında karşılarına geçip “ama biz demiştik” diye şişinir. Böylesi öncülüğün ise, ancak karikatürü yapılır.
Yukarıda ileri sürülen iddia ve tezleri nasıl kanıtlarız? Matematik biliminde kanıtlara yine matematiksel soyutlama yoluyla varılır. Fizikte gözlemlerle varılan bir sonuç laboratuvar deneyleriyle kanıtlanır. Peki sosyal bir olgunun kanıtlarını nerede arayacağız? Elbette olayların seyrinde, olguların teorik bir çerçevede analizinde. Gezi, muazzam bir deney alanıydı, bize politikaya yeni uyanmış milyonların tüm duyarlılıklarını sergiledi. Kobane ve kent savaşları ise, devrimci en ileri bilinçli bölüklerin, o ana dek yaşanan en sert mücadelelerinde, onları zaferden alıkoyan hata ve eksiklerin neler olduğunu gösterdi. Kobane Ayaklanması ve Kent savaşlarını incelemeye geçmeden önce, bir ara bölüme ihtiyaç duyuldu; bazı tezler tekrarlansa da, bu savaşıma imza atan kitlelerin durumuna daha yukarıdan bakabileceğimiz kimi anahtar kavramların altını çizmek gerekti. Çünkü Kobane ve Kent savaşları, son derece sağlam görünen bir güven ilişkisinin, Kürt halk kitleleri ile UKH arasındaki ilişkinin, nasıl tamiri uzun sürecek bir zedelenme yaşadığının resmini sunar. Şimdiye kadar, en sert mücadeleyle geçen o dönemin analizine pek az çaba harcandı, sıcağı sıcağına yapılan değerlendirmelerle sınırlı kaldı. UKH de o günleri adeta sessizce unutuluşa terk etti, ne kutlaması yapıldı ne de anması... Böylece, Kobane’den Kent Savaşlarına uzanan dönemde ortaya çıkan pek çok yaşamsal hata, oturma odasındaki “Pembe Fil”e döndü, herkes onun orada olduğunu bilir, ama üzerine konuşmaz. Sosyalist sol cenahta ise, bu konu üzerinde söylenenler, UKH’nin çözüm süreci beklentisinin yanlışlığından öteye geçmez. Oysa madalyonun iki yüzü vardı: Devrimin, Kürt halkının en ileri bilinçli, kararlı kesimleri, bu denli sert bir döneme hangi düşünce alışkanlıklarıyla giriştiler, ne umdular, ne buldular, hangi dersleri çıkardılar? Bu incelemeler yapılmadan, meseleyi yalnızca UKH’nin hatalarıyla sınırlı tutarsak, devrimci kitlelerden bir şeyler öğrenmek ve onlara bir şeyler göstermek için önemli bir fırsatı kaçırmış oluruz. Öyleyse artık, odadaki Pembe Fil’i konuşmanın zamanı geldi.
Umut Çakır
İlk bölümleri okumak için: I - II - III - IV - V - VI - VII -VIII