Devrimci kitleler ve onların öncü politik partileri arasındaki ilişki, proleter devrimler çağı boyunca, her zaman düz bir çizgi izlememiş, dalgalı, sıçramalarla dolu karmaşık bir hatta sahip olmuştur.
Konuyu her yerde ve her zaman geçerli oması istenen bir formülasyona, ölçüye kavuşturmak, bu yüzden tümüyle boş bir çaba olagelmiştir. Bu ilişki son derece keskin dalgalanmalar gösterebiliyor: kitle ilişkilerini az çok istikrara ya da sürekli yükseliş trendine kavuşturan partiler, çoğu zaman kendi hatalarından ama bazen de olayların büyük baskısıyla sıfırı tüketebiliyorlar; ya da tersi, artık hiç bir ciddi gelişme imkanı görülmediği bir an, neredeyse mucizevi biçimde, büyük kitle ilişkilerine sıçrama yapanlar da az değildir. Diğerleri bir yana, devrimin zaferine ulaşmış partiler; Rusya, Çin, Küba vd. sıfırı tüketmeden mucizevi sıçramalarla geçen dalgalı yolları birkaç kez katetmek zorunda kalan partilerdi.
Öyleyse, herhangi bir öncü politik partinin zafer üzerindeki iddiasını, çeperlerinde biriktirdiği insanlarla ölçüye vurmak, hem materyalist hem diyalektik olan tarihsel bakışa uymaz, gerçekçi bir tablo sunmaz. Lenin; özellikle devrimci altüst oluş dönemlerinde, defalarca kez bu konuda uyarılar yapma gereği duymuştu. “Kitlelerle bağımız konusundaki yaygın kötümserliğin ardında” diyordu İki Taktik’te, “şimdi büyük çoğunlukla, proletaryanın devrimdeki rolü hakkında burjuva anlayışların saklandığı unutulmamalıdır.” Yine pek çok kere, bir partinin gücünü, sahip olduğu üyeler ve çevresiyle sınırlı olarak görmenin doğru olmadığını belirtir. Bunlara ek olarak, partinin şiarlarının etkilediği, şu veya bu biçimde başarıları sahiplenen veya bu konuma yaklaşanları da, partilerin güç ilişkisi içinde sayıyordu. Bolşevik kitlelerden ne zaman bahsetse, kastettiği, asla tek başına, parti üyelik kartlarını ve liderlerinin resimlerini zulalarında saklayan işçiler değildi. Ama her önemli gelişme karşısında Bolşeviklerle aynı çizgide refleks gösteren, Bolşevik şiar ve tutumu çoğu zaman kendi diline çevirip sahiplenen işçilerdi. Bu nedenlerle tıpkı Lenin gibi, biz de devrimin “öznel faktörü”nden ne vakit bahsetsek, gerçekte sadece partililerden değil, daha çok, bir devrimci gibi tutum alan; bu tutumu sayesinde, yalnızca burjuva sınıfı değil, reformist ve oportünist etkileri de sınırlayan milyonlardan bahsediyoruz.
Sözünü ettiğimiz devrimci milyonların ne zaman, hangi biçimde ve koşullarda proleter devrimci partinin çeperlerinde toplanacağı, proleter devrimin en temel sorunlarından biridir. Ve her temel, başat sorun gibi, büyük ve tarihi devrimci atılımların sonucunda bir çözüme kavuşabilir. Bu sorunu, her şeye bir ölçü bulmaya çalışan ya da banka memuru titizliğiyle bilançolar çıkarmaya hevesli küçük burjuva aydın bakışıyla ele alamayız. Burada da proleter bakış açısı geçerli olmalıdır. Küçük burjuvalar ne uzayan, ne kısalan maddi varlıklarını bir tarafta yok oluş tedirginliği, diğer tarafta “yırtma” umuduyla sürekli bilançoya dökmeye alışkındır. Oysa bir proleter, her an işini kaybetmeye, sıfırı tüketmeye, buna rağmen her şeye yeniden, sıfırdan başlamaya, elindeki varlıklarına değil, emeğine ve azmine güvenmeye alışkındır.
Tüm bu söylenenler, öncü ile devrimci kitleler arasındaki ilişkinin tarihin akışına bırakılması anlamına gelmez. Aksine, her partinin bir pratik müdahale alanı ve sorumluluğu olarak, her zaman masanın üzerinde kalacaktır. Ne zaman ki masadan kalkar, zaten devrimin zaferi güvencede demektir. Sorunu kolay yoldan çözen bir simya taşı yok. Ama bir ilişkiyi tanımlayabilmek için; ilişkinin her iki tarafında bulunan unsurlar berrak biçimde ele alınmalıdır. Bir yanda öncü parti, diğer yanda kitleler. Ya bir partinin taktik ve ilkelerinin bizzat tarihin pratik eleştirisinden geçip kendini kanıtlaması zihinlerde yeterince berraklık kazanamamıştır; ya da ulaşmaya çalışılan kitleyi tüm yönleriyle tanımlamakta zorluk çekiliyordur. Her iki bulanık bakış da, dönüp dolaşıp öncülerde özgüven sorunu yaratmaya yeter.
Bu topraklardaki proleter devrimci öncünün taktik ve ilkeleri, tarihin uzun dönemli sınavlarından başarıyla geçti; bu, üzerinde fazlaca durulmuş, yeterince analize tabi olmuş bir konudur. Ama şimdi, eksikliği duyulan mesele, ilişkiye geçilen ve bu konuda özellikle işçiler nezdinde gayet ileri örnekleri sergilenen kitlenin berrak biçimde tanımlanmasıdır. Yalnızca sınıfsal varlık temeli ile değil; bu kitleler, hangi olaya nasıl tepki verdikleri ve vermeye aday olduklarıyla sınıf bilincinin gelişiminde hangi etkiler ve engellerle karşılaştıklarıyla, devrimin genel gelişiminden hangi dersleri çıkardıkları, bu dersleri güncel politik tutumlarına nasıl yansıttıklarıyla, gayet somut, gözleme dayalı analizler yoluyla, berrak bir tanıma kavuşabilir.
Sınıfsal varlık temel ve koşulları içinde proletarya, yüzyıl önceki proletarya değil. Başka bir ifadeyle proletaryayı örgütlemeye yönelen propaganda ve ajitasyon yüzyıl hatta elli yıl öncekiyle aynı kalamaz. Yüzyıl önce özellikle devrimin zaferine ulaşmış ülkelerde, proletarya henüz mesleki beceri sahibi, profesyonel emekçi tabakaların ağır bastığı bir yapıdaydı: Üretimin belli aşamalarının kendi emek becerisine bağlı olması, işçiyi bireysel özgüven duygusuyla yüceltiyordu. Bu yücelikle bağdaşmayan her sefalet, başlı başına bir isyan konusu oluyordu. Yüzyıl öncenin proletaryası, çoğunluk olarak, okuma yazması olmayan bir kitleydi. Fakat sahip olduğu emek bilgisi, okuryazar olmayış sayesinde burjuva kültürel-politik ablukaya girmeyen bir proleter alt kültür oluşturmaya imkan tanıyordu. Zamanın işçi sınıfı partileri, spor ve kültür kulüpleri, okuma odaları ve grupları ve bunlara eklenen hafta sonu eğlenceleri ile, bu alt kültür alanından fazlasıyla beslenmeyi başardılar.
Şimdiki zamanın işçileri, hemen her alanda mesleki bilgiden yoksun. Bir otomobil fabrikasında çalışmak için, motordan ya da kaportadan anlamaya gerek yok. Mesleki beceri kaybı, bireysel özgüvenin kaybını getirdi; ama onun yerini sınıfın bütünsel hareketine duyulan, umut ve beklentiyle beslenen güven aldı. Deneyim sahibi öncü işçiler, aradaki farkı anlayacaklardır. Geçmiş zamanın öncü işçisi, mesleki deneyimi olan ve bu deneyimi yeni olanlara aktararak daha baştan bir güven ilişkisine sahip işçilerdi. Onların arkalarını kollamalarına gerek yoktu, harekete geçtiklerinde desteğin eksik kalmayacağını biliyorlardı. Şimdi ise, mesleki beceri aktarımı yoluyla kurulan güven ilişkisi yok. Bu nedenle öncü bilinçli işçiler, sürekli arkalarını kollamak zorunda kalıyorlar. Bunun yarattığı sonuç, sınıf mücadelesinde öne çıkan işçilerle, komünist partiler arasındaki ilişkiye de yansıyor. Bir işçi, sınıf bilinciyle donanmış da olsa, eğer arkasının sağlam olduğuna yani sınıf kardeşlerinin desteğine güveniyorsa, ancak o zaman arkasını kollamayı bırakıp, önündekine bakar; yani partiye.
Şimdinin proleteri kültürel açıdan son derece gelişkin; ama sermayenin politik kültürel ablukası da öyle. Hafta sonları, işçi kulüplerinde emekçi kıraathanelerinde ya da toplu yapılan eğlencelerde değil, AVM’lerde geçiyor. Futbol, voleybol gibi bir zamanlar proletaryanın biçimlendirdiği sporlar, şimdi tümüyle endüstrinin parçası oldu, tribünler elitleştirildi. Bir zamanlar, abluka dışına kalan alt kültür alanına, komünist öncü partilerin kazandırdığı temel politik şiarlar etrafında parçalı yaşamı bütünselliğe kavuşturan işçi şimdi bu olanaklardan yoksun. Yine de, söz konusu bireyler değil, tarihi sınıflar olduğunda her kayıp, bir başka yönden kazançla telafi edilir. Şimdi, parçalı yaşamı bütünleştirecek ilke ve hedef arayışı, olaylara verilen anlık tepkilerde biçimleniyor. Fabrika molalarında konuşan işçilere kulak verin; her güncel olayın, her önemli gelişmenin nasıl hevesle takip edildiğini, nasıl hararetle tartışıldığını görmek mümkün. Bu açıdan sosyal medya, proletaryanın kendini ifade etme, sınıf farkını yansıtma ve bu farkı belli ilke ve şiarlara kavuşturma ihtiyacıyla, gayet etkin kullanılan bir araç haline geldi.
Umut Çakır