Gezi Ayaklanması’nda, Taksim’de bir anın fotoğrafı şöyle dile getirilmişti: “Parka girdik, çadırlarımızı kurduk, pankart ve afişlerimizi astık, sergimizi düzenledik, her şey şahane görünüyordu....
Ve sonra hemen arkasında, parkta kaynaşan muazzam kitleye baktık. Kimdi bunlar, nereden çıkmışlardı, düne kadar neredeydiler? Konuşmaları, davranışları bize öyle yabancıydı ki, gözümüz korktu bir anda...” Bir düzine dergi çadırıyla Taksim Komünü arasında birkaç adımlık mesafe vardı, ama her iki tarafın da aşındırmaya çekindiği, nasıl yapılacağını bilmediği, ezberlerin işe yaramadığı bir boşluktu o...
Bu noktaya nasıl geldik, o aşılmaz görünen korkutucu yabancılık nereden peydah oldu? Meselenin en kolay cevabı, iletişimin yeni olanaklarına ayak uyduramayan sosyalistler ve bu olanaklar içinde yetişen yeni kuşağa dair söylenenlerdir. Ama, tüm azametiyle kendini gösteren o uçurumu açıklamak için, bundan daha kısır bir iddia yoktur. Gezi’den sonra, sol-sosyalist çevrelerin yeni iletişim kanallarını kullanma becerilerindeki büyük ilerlemeye rağmen, o uçurum kapanmış değil, çünkü kökü, teknolojik gelişimden çok, tarihsel olayların kendisinde, yeni teknik olanaklar meselenin tuzu biberi sadece...
Erozyon, yeni iletişim olanaklarının henüz emeklediği bir dönemde başlamıştı, yani 90’lı yılların sonunda. Milenyumun ilk on yılında bu erozyon, kapanması zor bir uçuruma yol açacaktı. Çünkü yeni yüzyılın ilk on yılı, devrimci kitlelerin, olayların yoğunluğu ve de şiddetiyle geliştirdikleri bilinçte, sol-sosyalist öncülerin ana kolunu teşkil eden partileri fersah fersah aştığı yıllardı. Dönemin baş döndürücü olaylarının dökümü, Özgür Güven’in uzun iç savaş tarihini anlattığı kitapta, olgun bir analizle verilmiştir; burada tekrar etmeyeceğiz. Dönemin öncü kitle ilişkilerinde, ders olacak çıkarımlarla yolumuza devam edelim.
90’lı yıllarda, büyük kentlerin meydanlarını dolduracak etkinliğe ulaşan sol-sosyalist parti ve grupların ayaklarındaki tek pranga, devrimi bilinmez geleceğe ertelemek değildi; bu kadarıyla kaba, en azından kitlelerin bağımsız devrimci hareketlerinden bir şeyler öğrenmek ve buna uygun davranmak mümkün olabilirdi. Ama sol-sosyalist grupların ayağında bir başka pranga daha vardı ki, böylesi bir geri bildirim-öğrenme süreci önüne aşılmaz bir duvar dikiyordu; o da kalıplarla düşünme alışkanlığıydı.
70’li yılların mirasına bağlılık, o yılları tekrar etme takıntısı haline geliyor; o yıllarda ortaya konan tezleri, Antarktika buzulları denli sert bir kalıba dönüştürüyordu. Düşünün hele: daha yakın bir tarihte, 2010’da, Ankara’nın ortasına çadırlarını dikip savunan Tekel işçileri arasında, “Türkiye’de proletarya yoktur” konulu bildiriler dağıtan gruplar vardı veya Gezi Ayaklanmasını kendi teorilerine uydurabilmek çabasıyla, yaptıkları çoğu tekil eylemlerin “suni denge”yi nasıl bozduğunu açıklamaya çalışanlar vardı. Bunlar, 90’lı yıllarda, Leninistlerle kıyaslandığında, kitlelerle ilişkileri çok daha yaygın gruplardı. Ve bu dar kalıplarıyla, 90’lı yılların sonunda, bir anda pankartlarının ardına toplanan kitlelerle ne yapacaklarını bilemez halde buldular kendilerini. Somut durum hiç de kafalardaki kalıplara uymuyordu. Ne devrimci durumun varlığını kabul ediyorlar, ne iç savaşı, ne de buna uygun politikaları. Kafada bu hedefler yoksa, başka bir şey var demektir: O yılların devrimci öncü grupları, arkalarında toplanan büyük kalabalıklarla, devrimci kitlelerin ileri doğru her atılımına ket vurmayı öncülük adına iş edindiler.
Denecek ki, tarihsel gelişime salt öncülerin hatalarıyla açıklama getirilemez. Doğrudur. Eğer o yılların devrimci kitlesi yeterli kararlılığa ve olgunluğa sahip olsaydı, öncülerin prangalarını parçalayıp ileri atılabilirlerdi. Tarihin motoru devrimci kitlelerdir ve temel eksiklik, kitlelerin o yıllarda, henüz hedef, amaç ve araçlar konusunda berrak bir bilince ulaşamamasıdır. Fakat tam da öncülerin görevi budur; “yaşamın önünde giden” şiarlarla, kitlelerin bağımsız inisiyatifleriyle ortaya çıkan ileri örnekleri yaygınlaştırarak, tohum halindeki ileri örgütlenme biçimlerini pekiştirecek, bu bağımsız inisiyatifi destekleyerek gelişimine yardımcı olmak. 90’lı yılların kitlesel dalgasında öne çıkanlar bu görevleri yerine getirecek olanaklara sahiptiler, yapmadılar. Kitlelerin henüz bir devrime hazır olmadığını, dahası, böyle bir hazırlığın onlarca yıl sürmesi gerektiğini ileri sürerek, Leninistlerin ortaya koyduğu devrimci şiarlara, GDH hedefine, genel silahlanma ve ayaklanmaya pratik hazırlık çağrılarına kulak tıkadılar. Sonuç kaçınılmazdı. Devrimci kitleler demoralize oldu, mevzileri korumak adına yapılan avara kasnak çabalara yavaş yavaş sırt çevirdi. Ve özne bu güvensizlik duygularına aynı biçimde karşılık verdi.
Bu erozyon yüzünden 2001 krizinde, mısır taneleri gibi patlak veren büyük kitle eylemlerinde, devrimci grupların esamesi okunmadı. Bu toprakların uzun devrim tarihinde belki de ilk kez, bir isyan dalgasında sosyalist-sol gruplar etkinlik kuramadılar. Oysa kriz öylesine şiddetli, yarattığı öfke dalgası öylesine yoğundu ki, tekelci sermaye korku içinde donakaldı, egemen sınıf tam bir özgüven çöküşü yaşadı. Açların her şeyi yıkıp geçmesi muhtemel isyanından gözleri o kadar korkmuştu ki, lüks eğlence mekanları aylarca boş kaldı. Hükümet partileri gerçek anlamıyla sıfırı tüketti. Konya’dan Erzurum’a, Ankara’dan İstanbul’a, hemen her köşeden, bir anda on binlerce insanın ortaya çıktığı büyük gösterileri patlak verirken, 19 Aralık katliamının yaralarını taşıyan sol-sosyalist çevreler, tam anlamıyla kendi derdine düşmüş görünümü veriyordu.
Yeni bin yılda, yakın geçmişin büyük kitlelerinin güvenini kaybeden gruplar, iki yola sıkça başvurur oldu. Birincisi, bir “örnek” yaratmak ve “cesaretini kaybeden, bedel ödemekten korkan” (kaybın nedenini burada görüyorlardı) kitlelere cesaret aşılamak için tekil eylemlere başvurmaktı. İkinci yol, gazete ve TV ekranlarında daha fazla görünebilmek adına basın açıklamalarından medet ummak... Birinci yol, “kendi derdine hemhal sol” görüntüsünü pekiştirdi. İkinci yol ise devrimcileri kitlelerin canlı dilinden iyice uzaklaştırdı; basın açıklamalarının resmi, bürokrasi kokan dili, elbette geniş kitlelerde hiçbir heyecan uyandıramazdı.
Resmin diğer bir yüzü var: Gezi öncesi on yıla bakılınca, orada devrimci kitlelerin adım adım kendilerine ait bağımsız irade ve inisiyatiflerini nasıl geliştirdikleri çok rahat görülebilir. Bu on yıl, deyim yerindeyse, büyük kitle gösterileri ve buradan doğan kitle örgütlülüğü dönemidir. 2003’te savaş karşıtı gösterilerle hız kazanan dönem, Aydost Mahallesi savaşımları, Amed’i iki hafta alevler içinde bırakan kanlı ayaklanma, Hrant’ın cenazesi, Taksim 1 Mayıs çatışmaları, devasa Alevi miting ve gösterileri, kadınların, LGBTİ’nin, Tekel işçilerinin Ankara’yı sallayan eylemleriyle örülüdür.
Sendikaların, bu süreçte ortaya çıkan mahalli ya da merkezi platform tipi örgütlerin, Kürt halkının yarattığı Demokratik Toplum Kongresi’nin vb. yaptıkları eylem çağrılarında, kendilerinin bile şaşırdıkları bir katılımla öne çıktıkları bu dönem, yeni bir takım olguları dikkat çekici biçimde geliştirdi. İlk bakışta, 90’lı yıllarda emekçi semtlere odaklanan savaşım biçimleri, giderek, kentlerin merkezi alanlarına doğru kaydı; böylece hareket, tek eksiği haline gelecek olan genel bir ayaklanma için gerekli mekanı hazırlamış oldu. Bu hazırlığı hızlandıran bir başka dikkat çekici olgu, 90’lı yıllara damgasını vuran barikat savaşlarının yerini tersinden, önlerine çıkan polis barikatlarını zorlayan eylem biçimlerinin almasıydı. Barikatın beslediği savunma anlayışı, merkezi bir alanda toplanmayı hedefleyen saldırı konumunda kalması gereken bir hareket biçimiyle aşıldı. Uzun iç savaşta devrimci kitleler, kendi dertlerine hemhal olma görüntüsünden yakasını sıyıramayan, kendi bürokrat-resmi dilini ısrarla inşa eden devrimci öncülerin hızlandırılmış kurslarından eksik kalsalar da, örgütlenme ve savaşımın uygun biçimlerinin bulunmasında, kendi pratiklerinden öğrenerek yol katetmeyi sürdürdüler. Gezi gibi devasa bir ayaklanmayı doğuracak örgütlenme ve savaşım dersleri, eğer on yıl gibi uzun sayılabilecek bir döneme yayıldıysa, bunun temel nedeni elbette, sol-sosyalist parti ve grupların, gelişen kitle hareketine bir şeyler öğretebilecek konum ve kafada olmayışıdır.
Komintern, faşizm tartışmalarına odaklandığında, kitleler ve öncülere dair her dönem tazeliğini koruyacak bir tespit yapmıştı: “Sınıf savaşımı süresince öznel etkenin zayıflığı ya da güçlülüğü değil, emekçi kitlelerin bilinçlerindeki değişikliklerin nasıl kullanılacağı önem taşır.” diyordu bu tespit (Akt. Lewerenz, Komintern’de Faşizmin Tahlili, sf. 115) Bu topraklardaki sol-sosyalist gruplar ise, tersine devrimin gelişim seviyesini kendi pankartları ardına toplanan kalabalıklara bakarak ölçme dar kafalılığıyla mustariptir. Bakışları kendi içine dönük bir devrimcilik, ne kitle hareketinin gelişimine odaklanabilir ne de onu kavrayabilir. O yılların, (UKH dışında) kitle ilişkisi zayıf partileri umutsuzluk çukuruna battıkça, buna inat, devrimci kitleler giderek genişleyen çapta, özgürlüğün yakınlaşan havasını ciğerlerine çekiyor, umut ve özgüvenle kendi bağımsız hareketini yaratıyordu. Öncü ve kitleler arasına bu kez devasa bir “ruh hali” uçurumu girmişti.
Oysa, ilk on yılın kitle eylemleri, hedef ve amacı açıklığa kavuşturmanın, uygun savaşım biçimini bulmanın sancılı, hata ve yalpalamalarla dolu arayışı ile damgalıdır. Bir anlamıyla kitleler, devrimci öncülerden alacakları derslere en açık, en ihtiyaç duydukları dönemde, onların, kitleler tarafından fark edilmenin hissiyle özgüvensiz, umutsuz ve de iddiasız tutumlarıyla karşılaştılar. Devrimci kitleler, öncülerin bu ruh haline takılıp kalsalardı, Gezi gibi bir ayaklanmaya girişemezlerdi. Bu olgunun önemi şuradadır: Bir öncü, ne kadar özgüvensiz ve kendi sorunlarıyla hemhal olursa olsun, kitle-öncü geriliminin çözümü, tarih tarafından dayatılır. Bu gerilim ya da çelişki, ya kitleler yönünden ya da öncü yönünden aşılır. Gezi, bu çelişkinin kitleler yönünden aşılmasının tarihi kanıtıdır. Aksine, eğer öncü kendi güç ve sorunlarına odaklanmak yerine, gelişen kitle hareketinin bilinç ve örgütlenmede yarattığı değişimleri göz önünde bulundurur ve bu dönüşümlerden yararlanacak özgüveni, cüreti ve cüreti elden bırakmazsa (ne olursa olsun, bırakmazsa), çelişkinin öncü yönünden çözülmesi için, tarihsel imkanlar her zaman var demektir. Bu imkanın gerçeğe dönüşmesi, ustalığa, kıvraklığa, hıza ve çalışmaya bağlıdır, ama meselenin bu yönü tamamen pratiktir, temel yönü ise, kitle-öncü ilişkilerinde temel dersleri çıkarıp kavramaktadır.
Gezi’ye giden süreçte, merkezi alanların hedef alınması ve saldırı (yüklenme) tarzı mücadelelerin öne çıkışı dışında, devrimci kitleler, amaçlar ve hedef konusunu netleştirmek üzere, ne kadar yol alabildi? Doğrusu, kitle hareketinin zayıf kaldığı nokta burasıdır. Politik hedef ve amaçların açığa kavuşturulması, savaşım biçimlerinin netleşmesinden çok daha karmaşık, çok daha dolaylı ve elbette büyük ekseni keskin yalpalamalara daha açık bir konudur. Bu on yıl boyunca keskin yalpalamalara çok sık şahit olduk, çünkü hareket çok yeni ögeleri kendine doğru çekiyordu. Kitle hareketinin bütünü içinde, daha dar ama daha etkin bir kesim, uzun iç savaşın rahle-i tedrisatından geçmiş olanlardı, düşmanın kim olduğunu biliyor ve onu alanlarda haykırıyordu. Fakat genel hareketin yarattığı özgürlüğün yakın olduğu hissiyle harekete ilk kez katılan çok geniş bir kitle vardı. Bu kesimlerin arayışları keskin yalpalamalarla doluydu. Kah bir avuç şövenistin çağrısına uyup Cumhuriyet mitinglerine katılıyor, kah Anıtkabir önünde sıraya giriyor, kah Sivas ve Hrant anmalarında katillerin suratlarına öfke kusuyorlardı. Tüm bu yalpalamaları safça bir aldanıştan öte politik bir arayış olduğuna o dönemde, neredeyse Leninistlerden başka kimse dikkat çekmiyordu.
Kitle hareketleri ve örgütlenmelerinin damgasını vurduğu yüzyılın ilk on yılında, devrimci kitlelerin buzu kırıp yolu açması dışında, daha geniş çeperlerde hatalar ve yalpalamalarla dolu uyanışın, bir başka önemli sebebi daha vardı. O da şuydu: AB ile üyelik müzakereleri başlamıştı ve dinci-faşizm, ortalama bir burjuva demokrasisi ile kıyaslandığında kırıntı dahi sayılamayacak bazı düzenlemelere gitmek zorunda kalmıştı; çünkü iktidarını sürdürmek için yoğun AB desteğine ihtiyacı vardı. Bu düzenlemeler, idamın kaldırılması, gözaltı süresinin kısaltılması, sorguda avukat hakkı, vb. düzenlemelerdi. Fakat bu kadarı bile, Lenin’in sık sık dile getirdiği bir olguyu kanıtlamaya yeter. Lenin, demokrasi ile iç savaş arasında doğrudan ilişki kurar, bu ülkede demokratik haklar ne kadar gelişkin ise, sınıf savaşımı o denli hızlı, dolaysız ve apaçık biçimde bir iç savaşa doğru evrilir. AB üyelik müzakereleri, işte bu yüzden, en geniş emekçi kitlelerde bir gevşemeye, yönetenlerle konformist bir uzlaşıya değil, açıktan mücadeleye girişmek yönünde umut, cesaret ve atılıma ön ayak olmuştur. 80’lerin karanlığını, 90’ların vahşet dolu günlerini çok iyi belleklerinde koruyan devrimci kitleler, güçlerini, zifiri karanlık bir mağarada yakılan mum alevinin etrafında toparlamakta gecikmeyecekti.
Tekelci sermaye ve politik temsilcisi dinci-faşizm, bu ara dönemden gerekli dersi çıkardılar, azıcık bile olsa ipleri gevşetmenin ne büyük sonuçlar doğurduğunu gördüler. Bir ders de biz çıkaralım: Egemen sınıfın yürüttüğü baskının düzeyi, devrimin ileri bilinçli kitlesel unsurlarıyla, politikaya yeni uyanan en geniş çeperdeki kitlesel ögeler arasındaki ilişkinin biçimini belirler. İpler biraz gevşediğinde, devrimci kitlelerin yarattığı dalga bu en geniş çepere hızla ulaşır, sonuçlar verir ama bu hızlı sonuç, politikaya yeni uyananların keskin yalpalamalarla dolu yolculuğunu öngörmek zorundadır. İpler iyice sıkışıp baskı olağanüstü arttığında ise, geniş çeperlere erişebilen etkinin hız ve çapı daralır; ilk uyanışla harekete geçişin zaman aralığı uzar ama bu kez politik arayışın yalpalama seyri daha az keskin hal alır. Demek ki, olağanüstü baskı, devrimci kitlesel ögelerle en geniş devrimci çeper arasındaki ilişkiyi, araya az çok uzun bir sessizlik dönemi giren dalgalanmalar biçimine sokarken, politik farklılıkları köreltmeye doğru yönlendirir. Olağanüstü baskı altında ileri kitleler, en geniş kitlelerin hareketini göz önünde bulundurur ve birliği zorlaştıran keskin politik ayrımlara daha az tolerans göstermek zorunda kalır. Aynı şekilde, politik uyanışını ve olgunlaşmasını henüz tamamlayamamış en geniş çeperdeki kitleler, ihtiyaç duydukları umut ve cüreti ileri kitlesel unsurlarda arar, gözünü ileri olana çevirdiği için, daha az keskin yalpalamalar yaşar. Bu durumu, daha önceki yazılarımızda “kristalize sınıf bağıntısı” terimiyle ifade etmeye çalışmıştık. Yaşadığımız son altı yılın hikayesidir bu, ama bu döneme geçmeden, Gezi’den kent savaşlarına uzanan olağanüstü devrimci döneme bakmamız gerekecek.
Milenyumun ilk on yılında, Leninistlerin kitlelerle ilişkisi ‘kurumlar’ üzerinden geliştirildi. El atılan her kent, her mahalle, biraz cüret ve girişimcilikle, kısa süreler içinde bir kurumla donatıldı. Başlangıçta, kurumsal işleyişin büyük yararları görüldü, sınırlılıkları ise başlangıçta yakalanan başarının sürdürülmesine engel oldu.
Durum şöyleydi: Kısa sürede çevreye toplananlarla açılan kurumlar, en başta gençliğin ilgi odağı haline geliyordu. Ancak bu kurumlara kendi ayaklarıyla gelenler, ya aileden devrimci kültürü almış ya da halihazırda bir arayış içinde olanlardı. Bu sonuncuları, daha önce hiç bulunmadıkları komünist değerlerle dolu bir ortamda şekillendirmek, hem kolay hem de hızlı ilerleyen bir süreçti. Hem kurumu işletenler hem de kendi ayaklarıyla gelenler için kurum, giderek yer yer çürümeye başlayan bir toplumun, binbir zorluk ve karmaşayla dolu bir dünyanın ortasında, nefes alınacak bir vahaya dönüşüyordu. Örülen bu kozanın dışında kalan, sıradan yaşamları ve dertleriyle çırpınıp duran devasa kitle, kurumların kolay ve hızlı işleyen basitliğine, netliğine, yüksek değerlere ve yüksek politik sorunlara alışkın olanlar için, baş edilmiş bir cangıl görünümü veriyordu.
Kitle çalışmaları, rutine oturmuş biçimiyle, yayın ve bildiri dağıtım, afişler, konser ve gösteri programları düzenlemekle akıp gidiyordu. Doğrusu bu, kitlelere şöyle bir dokunmak, bam telini titretmek ve kitlelerden bir geri dönüş için oturup kurumda beklemekten başka bir sonuç doğurmadı. Bu yüzden, başlangıçlarda elden edilen hızlı ilerleyiş devam ettirilemedi; sonuçları devşirilemeyen rutin çalışmalar, bu çalışmayı yürüten genç kesimlerde yorgunluk, bıkkınlık doğurdu. Bu duygular, kurum içinde solunan “devrimci konformizm”e sığınma eğilimlerini besleyip büyüttü.
Ama, bu çerçevenin dışına çıkabilenler, devrimin geniş yığınlarına şöyle bir dokunup geçmek yerine, içlerine dalabilenler, kısa sürede öyle büyük işlere imza attılar ki, Gezi döneminde arkalarına on binleri alıp onları sürükleyebilme olanağına kavuştular. Bu durumun, ne kişilerin olağanüstü yetenekli oluşuyla, ne de doğru yerde doğru zamanda bulunmak gibi bir “şans” etmeniyle ilgisi var. Öyle bir dönemdi ki bu, on yılı kendi kozasından çıkıp, kitlelerin dertleriyle hemhal olabilen bir öncünün, neler başarabileceğini gösteren bu örnekleri çoğaltabilmek işten bile değildi. Ne var ki, on yılın kurumsal alışkanlıkları, tekil örneklerin elde ettiği muazzam ilerlemelerden gerekli derslerin çıkarılmasına engel oluşturdu dense, herhalde yanlış olmaz. Yine de o dönem pek çok işçi eylemine öncülük edildi; hem mahallelerde hem merkezi alanlarda, hasmıyla çatışmaya giren kitlelere seslenme, bazen onları yönlendirme olanakları yaratıldı. Bunlar, küçümsenmeyecek değerde tecrübelerdi, Leninistlerin hareket halindeki kitlelerle doğrudan bir ilişki kurduğunda, elde edilecek sonuçlara dair ipuçlarıyla doluydu. Ama böyle çıkışlar, kitlelerin kendiliğinden hareketine fazlasıyla bağımlıydı ve kitle ilişkilerinde rutin çalışmalar olamazdı. Rutin haline gelen çalışma ise, kısa sürede bir derneğe dönüşmesi önlenemeyen kurumsal çalışmaydı. Ve, olumsuz sonuçlarını, bu bölümün en başında dile getirilen, Taksim Komünü anında yaşanan tedirginlikte, yabancılıkta bizzat görecektik.
Umut Çakır