-V-
Bu bölümde, olabildiğince kısa, emperyalist-kapitalist sistemin yeni evresinde ateş üstündeki mısır taneleri gibi patlayıveren toplumsal devrimlere, ayaklanmalara, bunların sonuçlarına ve çıkarılması gereken derslere yer verilecek.
Bir sonraki bölümde ise, bu topraklardaki öncülerin hangi pozisyonlarda bu küresel dalgaya yakalandığını ve bunların Gezi-Kobane’ye etkilerini ele alacağız. Hemen dikkat çekmemiz gereken nokta şudur ki, dünya proleter devrimlerinin bu yeni dalgasında ortaya çıkan tüm öznel-öncüye dair zaaflar, bu topraklarda da etkin olmuştur.
Yeni evrenin toplumsal devrim ve ayaklanmaları üzerine yeterince külliyatlı bir yazına sahibiz, her yönüyle ele alınıp incelenmiştir. Biz şimdilik burada, öncülerin kitlelerle ilişkileri bağlamında konuyu kısaca irdeleyeceğiz. Bu bakış açısıyla hemen göze çarpan olgu şudur: 20. yüzyılın bütün küresel devrimci dalgaları komünist partileri devasa birer güç haline getirmesine rağmen, 21. yüzyılın devrimlerinde bu gelişim çok daha az hissedilir, hatta pek çok insanı kuşkuya düşürecek ölçüde görünmezdir. Bu olgunun, öznel, yani öncüye dair, iki nedeni olduğun iddia edeceğiz.
Birinci neden, öncü komünist parti ve grupların, dönemin küresel çaptaki karakterini anlamakta yaşadıkları zafiyettir. Geçen yüzyılın tümü ile kıyaslandığında, 21. yüzyılın bu kısacık dönemine sığan ayaklanma ve devrimler çok daha yoğun, yaygın ve kitlesel ölçeklerdedir. Yoğun tarih ve yoğun devrimci gelişmenin arkasında, küresel çapta olgunlaşan devrimci durum ve iç savaş yatıyor. Ve bu politik ortam, Lenin’in işaret ettiği gibi, birbirinden farklı ama uyum içinde olması gereken iki çalışma biçimini karşı karşıya getirir.
Lenin, İki Taktik’te, tüm parti örgütlerinin günlük, düzenli, olağan çalışmasının kitlelerle bağların genişletilmesine yönelik olduğunu belirtir. Fakat devrimci anda, bu türden çalışma biçimi artık yetmez, sınıfı eğitmenin ve örgütlemenin farklı biçimleri devreye girmelidir: “... ama şimdi asıl önemli olan, bu eğitim ve örgütlenme çalışmasında, asıl politik ağırlığı nereye vermemiz gerektiğidir. Sendikalar ve legal derneklere mi, yoksa devrimci ayaklanmaya, devrimci bir ordu ve devrimci bir hükümet yaratma çabasına mı?” Lenin’in hedef tahtasında, sendikalar veya dernekler değil, bir politik taktik çizgi vardır. Bu hasım, işçi sınıfının öz eylemini ve öz örgütlülüğünü öne süren; yani devrimin temel politik sorunları dışında sınıfın ekonomik koşullarıyla ilgilenecek bir örgütlenmeyi savunan Menşeviklerdir. Onlar, devrimin daha ilk aşamalarında devrimci bir ordu ve ve devrimci bir hükümet yaratmaya odaklanan, “yaşamın önünde giden (abç) ve bir dizi başarısızlık, yanılgı vs’nin eşlik ettiği – hareketin tuttuğu yolu gösteren şiarları ve taktik kararları” küçümsemekteydiler.
Tıpkı Lenin’in tarif ettiği gibi, öncülük “yaşamın önünde gitmek”tir (kitlelerin değil); ancak bu yolla, hareketin tüm yalpalamalarıyla tutturduğu çizgiyi, hareketin olgunlaşmakta olan içeriğini, evrimi ve sıçrama anlarını, politik bir şiarın içerisine dahil edebilir. 21. yüzyıl devrimlerinde, devrimci durumun ve iç savaşın küresel gerçekliği ıskalandığı zaman, ne yaşamın önünde giden şiarlar, ne hareketin evrim ve sıçramalarını hesaba katabilecek taktikler üretilebilir, ne de kitlelerin örgütlenmesi ve eğitiminde çatallanan iki farklı yolun birbirine uyumu sağlanabilir. Birinciye odaklanan (yani günlük, slogan çalışma) hareketi kaçırır; ikinciye odaklanan (yani devrimci iktidarın fethi) ve birinciyi savsaklayan, kitlelerin nabzını kaçırır.
Dünya komünist partilerini etkin konumdan uzak tutan diğer neden, aynı zamanda dönemin karakterini anlayamamanın temeline de işaret ediyor. Onları bu kavrayış ve etkinlikten uzak tutan şey, genel itibarıyla, savunma hattı içinde mevzilenmiş olmaları ve buradan çıkamamalarıdır. (o çıkış, şu günlerde kendini yavaş yavaş gösteriyor. 2019’dan itibaren, devrimci iktidar sorununu masaya yatıran komünist partiler çoğalmaya başladı).
Onları yeni evrenin ilk büyük dalgasında savunma hattına çakılı tutan, kuşkusuz sosyalist sistemin dağılmasıdır. Karşı-devrimlerin rüzgarıyla dünya burjuvazisi “sosyalizmin günahları” yalanını, emekçi halkların beyinlerine boca etti. Bu sözde günahların gelip dayandığı nokta, Leninist parti ve öncülüğünün günah keçisi ilan edilmesiydi. Dünya çapında muazzam bir para, olanaklar ve merkezi bir yönlendirmeyle estirilen bu karşı-devrimci propaganda, yine ancak, aynı ölçüde merkezi bir çıkışla kırılabilirdi. Sosyalist dünya sistemi dağılmadan önce de böyle yalanlar ortalığa saçılıyor, fakat sosyalist dünyanın birleşik gücü bu saldırıyı bertaraf edebiliyordu. Ama, tek başına Küba, Demokratik Kore ve tek tük diğer sosyalist ülkeler, bu saldırıyı kıramadılar. Böylece, 20. yüzyılın büyük bölümüne damgasını vuran kitlesel komünist partiler, kendi kabuklarına doğru çekilirken, ortalık başkalarına kaldı.
Kimdi o başkaları? Onlar, iktidarsız devrim düşü kuranlar, bir “karşı hegemonya” inşasına soyunanlar. Ölüsüyle-dirisiyle nice peygamberler sökün etti bu ortama: Herkesten önce, komünist karakteri çarpıtılmış, yamultulmuş bir Gramsci... Sonra Foucault, Le Bure, Negri, Zizek vb... Hepsini birleştiren nokta, Leninist partinin, çalışma ilkelerinin ve proleter hegemonya hedeflerinin, yasaklar listesinde olmasıdır. Bunların yerini, kimlik ve kültür savaşımını biçimlendiren taktikler alır. Biyopolitik direniş, kent hakkı, çokluğun merkezin arzusu ya da psikanalizin karanlık uçurumlarında gelip, bir çakıl taşı gibi ayakkabımıza giren “Büyük-küçük-öteki” Gramsci yaşasaydı, kampüs gevezelerine özgü bu çorbanın içinde anılmaktan kahrolurdu.
Yeni evrenin muazzam dalgaları kıyıları döverken, öncülerin safları böylesine karıştı işte. Ne savunma hattından çıkıp “yaşamın önünde giden” şiarlarla harekete yön verebildiler, ne de kitlelerin eğitimi ve örgütlenmesi için gerekli taktik başarıyı hayata geçirebildiler. Sonuçta, harc-ı alem sözdür, politika boşluk tanımaz. Devrilen nice iktidarın üzerinde dalgalanan zafer bayrakları, muhalif rolünü iyi ezberlemiş gerici burjuvalarca çalındı. Ya da “İşgal Et!” eylem fırtınasının sonunda olduğu gibi, küçük burjuva anlayışların kucağında demoralize oldu.
İşin tuhaf yanı şu: Kaptırılan devrim bayraklarına, dağılan hareketlere rağmen, şu şekilsiz-partisiz küçük burjuva çevreler, kendilerini gayet başarılı bir sınavdan geçmiş sayarlar. Onlara göre zaten amaç iktidarın fethi değil, bir “karşı-hegemonya” için, kapitalizm altında kimlik inşasıdır. Bir komünistin başarısızlık gördüğü yerde onlar zafer gördüler. Bu ruh hali yüzünden olsa gerek, 21. yüzyılın ilk yıllarında, kitlelerle ilişki yönünden bu küçük burjuva çevreler, komünistlerden daha etkili bir çalışma yürüttüler. Ve bu ilişkilerden dersler çıkardılar. Yeni iletişim araçlarını daha etkin kullandılar, bu yeni olanak ve koşulların kitleler üzerindeki etkisini kavramakta, komünistlerden hep bir adım önde oldular. Savunma hattında çakılıp kalan komünist öncüler, devrimin devasa kitleleri arasındaki “kayıp halka”, iletişim uzmanlarıyla, reklamcılık gruplarıyla, sosyolog ve tumturaklı laf yumurtalayan Facebook fenomenleriyle, bu küçük burjuva güruh tarafından -ele geçirilmediyse de- ablukaya alındı.
Öte yandan, 21. yüzyılın ilk on yılı, gerçek anlamıyla, “at izinin” it izine karıştığı bir gri alandır. Kitlelerin devrimci eylemlerinin yanı sıra, özellikle eski sosyalist blok ülkelerinde, emperyalist odaklarca desteklenip tertiplenen bir dizi karşı-devrimci kitle eylemi de oldu. Burjuva dilinde bunlara “renkli devrimler” deniyordu. Bu yüzden, yaşadığımız topraklarda olduğu kadar dünyanın başka yerlerindeki sol-sosyalist çevrelerde şöyle uğursuz bir refleks oluştu: Eğer bir ayaklanmanın en önünde kızıl bayraklar göremiyorlarsa, ona hemen “Amerikan işi” yaftası yapıştırıldı. Arap Devrimleri dönemini hatırlayalım. Suriye ve Libya’da -haklı olarak- olan biteni kanıt gösterip, - haksız olarak- tümünü birden “emperyalizmin bölgeyi yeniden inşa etmesi” gözüyle okuyanlar, hiç de az değildi. Böylece, yukarıda sözünü ettiğimiz öncüye özgü zafiyetlere, bir yenisi daha eklendi: Kitlelerin bağımsız devrimci eylemine güvensiz yaklaşım. Süreç içinde edinilen bu yeni zafiyet, yeni evrenin devrimlerinin karakterini anlama darlığını, adeta geçici bir körlüğe doğru taşıdı.
Oysa, söz konusu karakter, yeni evrenin tüm devrim ve isyanlarında kendini apaçık, herkesin kolayca anlayabileceği basitlikte ele vermiş bulunuyor: Devrimin öznel gücünün çeperi, partilerin gücünün çok ötesinde, artık on milyonlar düzeyindedir. İleri derecede olgunlaşmış bulunan koşullar, bu devasa öznel gücü, şu ya da bu öncü partinin çağrısına, hazırlığına ve örgütlülüğüne bel bağlamadan harekete geçiriyor. Amaçlar ve hedefler, ancak hareket halindeyken belirginleşme fırsatı buluyor. Kısa ve yoğun tarihe uygun olarak, bu devrimci ayaklanmalar, başlamasıyla olgunlaşıp bir üst aşamaya geçme ihtiyacı duyduğu kritik evreye çok daha çabuk ulaşıyor.
Komünist öncü, hızlanan ve yoğunlaşan tarihi hesaba katmaz ise; hareketin daha ileri evreye sıçramak için ihtiyaç duyduğu hedef ve şiarları kitlelere kazandırabilmek için “yaşamın önünde giden” bir bakışla, yeni iletişim olanaklarından tam yararlanma yoluna gitmez ise (artık kabul edelim; iyice kısalan olgunlaşma süreci, ancak yeni iletişim olanaklarıyla karşılanabilir), evet tüm bunlar yapılmaz ise, kısa süreliğine aralanan fırsat kapısı kapanır ve umutlar bir sonraki dalgaya kalır. Yeni evrenin öne çıkardığı bu alabildiğine basit ve duru özellikler, ne tam anlaşılabildi ne de buna uygun bir çalışma biçimi, temposu geliştirilebildi. Sonuç, kedinin uzanamadığı ciğere pis demesine benziyor. Dünya çapında, öncülerin kitlelere karşı beslediği güvensizlik duygusu, ne yazık ki karşılıksız kalmadı. Muazzam devrimci dalgalarda öne çıkan kitleler, kendi bağımsız inisiyatifini tanımayan bu kibirli, görev ve sorumluluklarını unutmuşa benzeyen bu öncüye, evet böyle bir öncüye, güvensizlik duygusuyla yaklaştılar. Yoğun ve kısa tarihe rağmen, hatta buna çelişkin bir biçimde, ancak yanılgı ve başarısızlıklarından öğrenebilen kitlelerin eğitim ve örgütlenmesi, bir ayağı topal bir at gibi, ağır aksak ilerlemeye mahkum oldu.
Sanırız, 21. yüzyıl ayaklanmalarından, genel olarak (istisnalar her zaman vardır) komünist parti ve örgütlerin neden eskisi gibi yararlanamadığını, buralardan güç devşiremediğini anlamak daha kolaydır. Kuşkusuz meselenin çok yönlü, çok katmanlı başka veçheleri de vardır; ama şimdilik bu kadarı yeter. Ve neden o “kayıp halka”da, yani somut ve yaşayan hali içindeki kitlelerin yönlendirilmesinde, komünistlerin değil küçük burjuva “karşı-hegemonyacı” söylemlerinin etkili olduğu biraz daha anlaşılır olmuştur. Nasıl ki 17. ve 18. yüzyıl kaba materyalistleri evreni açıklarken öznel etkeni ıskalamışlar ve öznenin tüm etkin yönünü araştırmak idealistlere düşmüşse, burada da böyle oldu. Ölü ve diri peygamberleriyle “karşı-hegemonya” havuzunda kulaç atanlar, devrimin öznesi milyonların geçirdiği evrime, daha duyarlı oldular.
Bir yanlış anlamayı önlemek adına hemen belirtelim ki, yüzyılın başında “Başka bir Dünya Mümkün” sloganının belirsizliği altında birleşen, 2011’de “İşgal Et” eylemleriyle kendi zirvesine varan bu hareketler, hiçbir zaman mevcut iktidarları devirecek bir ayaklanma peşinde olmadılar. Onlara rağmen başlayan ayaklanmalarda, henüz netleşmemiş amaç ve hedeflerin muğlaklığı üzerinde tepinen, bu muğlaklığı kullanan bir stratejiyle, söylemlerini yayma fırsatı buldular; ne zaman ki ayaklanma daha temel devrimci görevlerle karşılaştı, bunlar hareketi dağıtan bir etki yarattılar. Şurada, burada, İspanya’da Podemos, Yunanistan’da Syriza tipinde, bu ayaklanmaların rüzgarıyla hükümet koltuklarında pay kaptıklarında, çoktan çürümüş ve tekelci sermayenin uşağı olmuş Avrupa sosyal-demokrasisinden bir adım ileri olmadıklarını kanıtlamış oldular. Peki ama durum buysa, komünist öncülerin bu küçük burjuva çevrelerden öğrenecekleri bir şeyler olabilir mi? Kimi zaman hepimizi esir alabilen “komünist kibir”i bir kenara koyup, tereddütsüz cevap verelim bu soruya: Evet var. Bu yazı dizisinin en son bölümünde ele alacağımız üzere, küçük burjuva iletişimcilerden ve “karşı hegemonya”cılardan öğrenebileceğimiz pek çok şey, aslında, komünist partilerin bir dönem en etkin şekilde kullandıkları ama zamanla unutulmaya terk ettikleri taktik ve ilkelerle bezelidir.
“Karşı-hegemonya” kurmak adına top koşturdukları o dar politik patikalarda, küçük-burjuva hareketleri avantajlı kılan bir yön vardır ki, bu sayede devrimin öznesi milyonların geçirdiği evrime daha duyarlı olmaları sağlanmıştır. Onlar, tekelci kapitalizmin hegemonya yöntemlerini adeta didik didik ettiler; ablukayı şuradan buradan delebilmekti amaçları, ortadan kaldırmak değil. Ama bu çaba sayesinde, yeni yüzyılın yaşayan-somut emekçi kitlelerini çepeçevre saran kültürel-politik ortamı deşifre ettiler; çoğu kez bu kültürel havuzdan yararlandılar ve kitlelere hızla yayılan, adeta yapışıp kalan simgeler, ikonlar, söylemler üretmekte gözardı edilemeyecek bir kıvraklık kazandılar.
Doğrusu, ister yeni ister geçen yüzyılın olsun, her toplumsal devrimin kaderi birbirine benziyor: Hareketin ilk anlarında, hareketi tetikleyen sorun, henüz temel ve köklü çözümler gerektirmeyen bir karakterde olduğu için, o dar alanda top koşturanlar öne çıkarlar. Ve ancak hareket bu temel ve köklü sorunları çözme göreviyle karşı karşıya geldiğinde, komünist öncülük sahne gerisinden, sahnenin önüne doğru yükselmeye başlar.
Son birkaç yıldır, pandemi nedeniyle kesintiye uğrayan ama çok daha güçlü biçimde geri döneceği şimdiden belli olan küresel devrimin yeni dalgası, dünyanın dört bir yanında, sosyalizmin yeniden temel bir hedef haline gelişini hazırladı ve pek çok komünist parti bu yeni başlayan dalgada giderek güçlenen bir konum açmaya başladı.
Bir sonraki yazıda ele alacağımız üzere, bu topraklarda, adına sosyalist diyen, komünist diyen pek çok parti, dünyadaki devrimci öncülerin zaaflarını, aynı ölçüde yaşadılar. Ama, bu toprakların özgünlüğü şudur ki, kitleler ve öncüler arasındaki o kayıp halka, bizdeki “karşı-hegemonya”cıların ellerine düşmemiştir. Bu bir avantajdır. Ama halka yeniden yakalanmayı bekliyor ve küresel çapta yükselmekte olan devrim dalgası, gerek içeriğiyle, gerek ele almaktan kaçınamayacağı temel devrim sorunlarıyla, proleter öncünün o halkayı yakalamasıyla sonuçlanacaktır.
Umut Çakır