Bu bölümde Türkiye ve Kürdistan devrimci partilerinin, 1970’lerden bu yana geniş kitlelerle ilişkilerinin kimi yönlerini ele alacağız. Yoğun olaylarla dolu koca bir yarım yüzyıl, dile kolay! Tüm yönleriyle incelemesi yapıldı, üzerine konuşuldu. Burada yazılanlar ilk kez dile getirilmiyor, zira günümüzün eksik, zaaf ve güçlü yanlarını daha iyi kavramak için, yarım yüzyıllık devrim tarihinin, kitle ve öncülerle ilişki babında kaba bir iskeletini çıkarmak hiç de yararsız olmayacaktır.
70’lı yıllar, devrimci gruplar ve partilerin tümü için, her zaman büyük bir özlem ve gururla hatırlanan zamanlardır. O kısacık (beş ya da altı etkin yıl) dönemde, elli yıldır adeta kıskançlıkla korunan değerler, politik çizgiler ve çalışma yöntemlerinin tüm temelleri atıldı. Muhteşem yılları tekrar etme çabaları hiç dinmedi, yok olmadı. Öyle ki, bugün bile, en az bir düzine parti ve çevre bulabilirsiniz, elli yıl önce yazılıp çizilen ne varsa, olduğu gibi bugün de geçerli olduğunu iddia edebilecek. Geçmişe eleştirel bir gözle bakmak yerine, onu her türden “sapma”nın karşısına çıkarılacak bir ilaç reçetesi gibi görmek, kuşkusuz yeniyi anlamamanın sıkıntısıdır. Ama, bunun dışında, 70’li yıllara duyulan bu dem özlemin, bir nedeni daha var. O yılların geniş kitleleri, bir oyun hamuru gibi, kolayca biçimleniveren bir yığın gibi görünüyor, o yıllara dair en büyük yanılgılardan birisi de, işte budur.
Yakın zamanlarda, 71 devrimci çıkışının belgeselini hazırlayan yoldaşlar, o dönemin bütün toplumsal olaylarını incelediklerinde, alışılageldik anlatılardan daha farklı bir manzarayla karşılaştıklarını söylüyorlardı. Manzaranın tamamında, örgütlü yapıların dışında, emekçi kitlelerin bağımsız devrimci eylemlerinin yoğunluğu dikkat çekiciydi; temposuyla, kararlılık ve şiddetli yanlarıyla, adeta göz kamaştırıcı bir tarihti gözler önüne serilen. Alışılageldik anlatılarda ise, yalnızca örgütlü, partili çevrelerin eylemleri, manzaranın neredeyse tamamını kapsar; kitlelerin gerçek durumu, bilinç ve örgütlülük seviyesi, bu anlatıda pek az dikkat çeker.
Lenin’in “Kitle İçinde Parti Çalışması” derlemesini eline alan o yıllardan kalma bir devrimci, şöyle bir şaka yapmıştır: “Bizimkiler daha çok, parti içinde kitle çalışmasıydı.” Basit bir şakanın içinde, çok fazla ve sarsıcı gerçek var.
60’lı yılların sonundan itibaren, Türkiye ve Kürdistan’da, her anlamıyla kabaran, taşan, alabildiğine yaygın, umut ve kararlılık dolu büyük bir halk kitlesi harekete geçmişti. Hareketin ihtiyacı olan tek şey, amaç ve hedef berraklığını kazanmak ve buna uygun araçların, örgütlenme ve savaşım biçimlerinin yaygınlaşmasını kolaylaştıracak bir öncülüğün ortaya konmasıydı. Ne yazık ki o yıllarda devrimci grup ve partiler, kendilerini program ve taktik tartışmaların içinde buldular; bu tartışmadan kaçmak mümkün değildi, doğru da değildi. Kimileri vardı ki altı ayda bir program ve taktik çizgisini baştan sona değiştirdi; kimileri küçük bir el broşürüyle bütün meseleleri hallettiğini sandı, kimileri de bu tartışmaları belirsiz bir zamana erteleyip bir isim, bir slogan ve bir bayrağın her şeyi karşılayacağını umdu. Öncülerdeki dağınıklığa rağmen, o yıllarda geniş devrimci yığınlar, devrimci partilere, büyük bir gönül rahatlığı ve fedakarca desteklerini sunmaktan geri durmadılar. Çünkü, bu pek beceriksiz öncülerin çoğunda aynı özü görebiliyorlardı: Devrimin zaferine dair kesin ve duru bir kanaat, bu hedefe doğru umutlu ve coşku dolu bir yürüyüş.
Öncülerden yayılan ve devrimin kitle gücüne nüfus eden duygu, devrimin “eli kulağında” oluşuydu, programatik ve taktik karmaşa bile, bunun telaşına yorulabilecek bir toleransa sahipti. Kimse henüz, ne devrimi ne de yeni bir toplumun savruluşunu belirsiz bir geleceğe ertelemişti. Bu açıdan, 70’li yılların büyük kitlesini, politik bir ustalıkla biçimlendirmekten uzak olan devrimci öncü, eğer o kitlelerden halen özlemle anılan bir teveccüh gördülerse; bunun nedeni, kitlelerin yaygın, şiddetli, hasmını tanıyan ve ondan korkmayan hareketlerinin nihai amaçlarına dair tereddütsüz bir pratik içinde olmalarıdır, 71 silahlı çıkışının mirası bunu yaratmıştır. Eksik kalan yan, somut kitle hareketinin bilinç ve örgütlenmeye dair sorunlarıyla, bu nihai amaç arasında kalan köprülerin kurulamamasıydı. Bunun yolu, gözünü kendi içinden, kitlelere doğru çevirmekten geçiriyordu. Sol-devrimci hareketin çoğunluğu, bu bakış açısını kaydıramadı. Nereden biliyoruz? 70’li yıllara ilişkin ele alınan tüm anılara, anlatımlara bir bakın, oralarda hemen hemen sadece, parti ve grupların kendi tarihini göreceksiniz.
Bu tutumun eleştirisini tarih yapmıştır. Askeri faşist cunta devrimci yapıları ablukaya aldığında, kitlelerle kurulan bağların yüzeyselliği kendini hemen belli etti. Proletaryanın komünist partisi dışında, yurt içinde düzenli bir faaliyet yürüten yapı kalmadı. Bu ablukada gedikler açmak, ancak 80’li yılların son döneminde olanaklı hale gelecekti. Ve yine, elbette, kitlelerin bağımsız hareketlerinin yarattığı devrimci dalga sayesinde mümkün oldu bu. Pek çok devrimci yapı, ablukadan çıkabildi, ama arkalarında bıraktıkları şey, devrimin zaferine doğru kesintisiz ve pürüzsüz bir yürüyüş inancıydı. Ve tam da bu inançtır ki, 70’li yılların kabaran dalgasını devrimci öznelerle buluşturmuştu. Cuntanın yarattığı enkaz altında bırakılan şey, 90’ların ortasında, devrimci öznelerin ayaklarına dolanacaktı.
Askeri faşist ablukanın bir yararı olduysa eğer, devrimci özneleri kitlelerin arasına doğru geri itmesidir. Pek çokları, ablukadan çıkabilmek için, 80’lerin sonunda kabaran kitle hareketine tutundular. Ortaya çıkan ilk açık çalışma alanları, dernekler, “iç tartışmaları en aza indirerek kendini koruyan devrimin” damgasını taşıyordu. Ortak düzenlenen ya da katılım sağlanan bir kitle eyleminde konuşma yapan bir ajitatörün hangi parti ya da grup adına konuştuğunu pek az kişi bilirdi. Tek tek öncüler bile böyle, ‘artçı’ların içinden, adım adım öne çıktılar.
O yollarda en yoğun ve ateşli tartışmalara konu olan ilkeyi şimdi hatırlamanın zamanıdır, çünkü günümüzde hemen hiç hatırlanmıyor. O ilke “Eleştiride özgürlük, propaganda ve ajitasyonda birlik” ilkesidir ya da ‘eylemde birlik’ aynı anlama gelir. 70’lerde ortaya atılan bu ilke, şimdi daha farklı bir anlam taşıyordu. İlk ortaya atıldığında, birleşme yolundaki yapıların kendi aralarındaki ilişkiyi ifade ediyordu. Oysa, 80’li yılların sonunda, kitlelerin karşısına, şu veya bu partinin öznel programıyla ve taktikleriyle değil, devrimin genel çıkarının savunusuyla çıkılması anlamını taşıyordu. Peki buna uygun davranıldı mı? Evet, çoğunlukla bu ilke hayata geçti. O yıllarda kabaran dalgayla pıtrak gibi yerden bitiveren ve hemen hepsi devrimci grupların ortak ürünü olan açık çalışma alanları, bu ilke sayesinde, kitlelerin bağımsız devrimci hareketiyle geniş bağlar kurabildi. Kadın dernekleri, öğrenci dernekleri, mahalli ve hemşehri örgütleri ve en önemlisi (ve unutulan), devrimci işçilerin sendikalar için Demokratik Muhalefet Birliklerinde ortak komiteler kurması, kabaran dalgayı, sahillerinde devrimcilerin hazır beklediği kıyılara yönlendirdi. Başarı beklenmedik hızda, hatta hazır olunmayan bir hızda gerçekleşti. Beş yıl gibi bir süre içinde, kitlelerin başarısız devrimci hareketi, devrimci öznenin itelemesiyle, bir iç savaşın burjuva sınıf tafından ilanını gerektirecek bir yoğunluğa erişmişti. Ve tarihteki her hızlı ve beklenmedik başarı gibi, ancak ortak ilkelerle bağlanan birlik sarsıldı. 90’lı yılların sonuna gelindiğinde, kitleler ve öncülere ilişkin manzara, tümden değişmişti.
Bir parantez açıp, UKH’nin ve o yıllarda Leninist Parti’nin pratik-politik çizgisinde, kitle hareketiyle kurulan ilişkinin nasıl rol oynadığını görelim. UKH’nin süreç içinde kazandığı büyük güç, partilerin kitle hareketi üzerindeki kadir-i mutlaklığına dair yanlış inanışın görünürdeki en sağlam kanıtıdır. Oysa, dönemin olaylarını yakından ve derinlemesine izleyenler, Kürt halkının bağımsız kitlesel devrimci isyanlarının, sürece damgasını vuran asıl olgu olduğundan pek az kuşku duyar. 1988’de ilk kez işaretlerini veren, tüm boyutlarıyla 90-92 arasında boy veren serhıldanlar, mücadeleyi çok kısa bir sürede iç-savaş düzeyine taşıdı. Ve hareketin karış karşıya kaldığı bu iç-savaş, ona en hazır partiyi ön plana çıkardı. Dahası, Kürt halkının tarihsel belleği, ezilen her ulus gibi, çok kuvvetlidir. Bu tarihsel bellek, kıyımlarla, sonuçlanmış onlarca isyandan süzülüp gelerek; Kürt halkının ancak tek bir güç halinde hasmının darbelerini savuşturabileceğini öğretmiştir. Ulusal karakterli bir birlik, ancak ulusal bir önder etrafında kenetlenerek mümkündür. Böylece UKH ve önderliği, kısa sayılabilecek bir süre içinde, devasa bir kitlesel hareketin yarattığı dalganın üzerinde buldular kendilerini. Kürt halkının bağımsız iradesiyle şekillenen serhıldanları, içinden nice halk önderi çıkardı. Bunlar, UKH’nin taktik çizgisini de aşarak, 92 yılında, bir geçici devrimci hükümet çağrısı yapan toplantıya damga vurdular. O yılın Newroz şiarı, böyle bir hükümet için silahlı ayaklanmaydı. Ancak ulusal önderliğin sınıf karakterini aşan bu halk insiyatifi, o yıl ihtiyaç duyduğu desteği bulamadı. Bir sonraki yılın Newroz çağrısında, artık bir hükümet yok, ama burjuvaziyle uzlaşma arayışlarının ürünü olan ateşkes vardı. Bir kez daha öncü, onu öne çıkaran kitle hareketinin gerisine düşmüştü. Aynı uğursuz kadere, bir kaç yıl sonra, Türkiyeli devrimciler de yakalanacaktı.
90’da geçmişin devrimci mirasını omuzlayan leninistler, kitle ilişkilerinin yaygınlaştırılması amacıyla, sıkı bir komite çalışmasını yürüttüler. KESK gibi büyük kitle örgütlerinin kuruluşuna öngelen aşamada, çok önemli ve öncü görevler yürüttüler. Bazı büyük işçi eylemlerinde yönlendirici konumda oldular, öğrenci gençlik içinde bazı kampüslerde sürükleyici bir güç elde ettiler. Ancak kısa sürede, olgunlaşan devrimci durumun ve iç-savaşın daha yüksek görevleriyle karşılaştılar. Bunları görmezden gelmek ya da ertelemek, proleter komünizmin devrimci karakterinin aşınması ve zamanla yok olması demekti. Bu yüzden leninistler, proleter komünist hareketin geleceğini güvence altına almak için, günlük-rutin çalışmanın kısa vadeli başarılarını arka plana itmek zorunda kaldılar. İç-savaşın marksist bir partiye yüklediği görevlerin üstesinden gelebilecek olana enerjilerini yoğunlaştırdılar. Ve tıpkı Lenin’in ifade ettiği gibi; “...Elbette yeni tehlikeler ve yeni fedakarlıkları da birlikte getiren mücadelenin her yeni biçimi, bu yeni mücadele biçimine hazırlıksız olan örgütleri, kaçınılmaz olarak "dağıtır". Bizim eski propaganda çevrelerimiz, ajitasyonun yöntemlerine başvurulmasıyla dağıldı. Gösteriler yolunun seçilmesinin sonucu olarak komitelerimiz dağıldı. Herhangi bir savaşta, her askeri harekât, belli ölçüde savaşçıların saflarını dağıtır. Ama bu, bir kimsenin savaşmaması gerektiği demek değildir. Bu bir kimsenin savaşmayı öğrenmesi gerektiği anlamına gelir.” (Marx, Engels, Marksizm - “Gerilla Savaşı” makalesinden)
Kuruluşunun ilanından kısa bir süre sonra kapsamlı bir iç-savaşla karşılaşan bir partinin, bu savaşa hazır olabileceğini iddia etmek elbette mümkün değil. O nedenle, kaçınılmaz olan yeni savaşım biçimi, kitle ilişkilerinde hızla ciddi sonuçlara varan günlük-rutin çalışmayı sekteye uğratması şaşırtıcı olmadı. Leninistler kurulan geniş ilişkileri sağlamlaştırmakta sıkıntı çektiler. Adeta saflar doldu sık sık, boşaldı sık sık. Yaşanan sorunun iki katmanlı yapısı vardı. İlk katmanı, yukarıda değinildiği gibi, en kararlı unsurları ön planda tutulan görevlere yoğunlaştırmak ve daha az kararlı olanları günlük rutin kitle bağlarını sağlamlaştırma çalışmalarına yönlendirmekten kaynaklanıyordu. Bu alandaki kararlı kadroların azlığı, bir başka sorundu. İkinci katman, tam da bu eşitsiz işbölümünden peydahlandı; kitle ilişkisi yürütenlerin içinde teorik kavrayış eksikliği, bu alandaki pek az kararlı unsuru daha da zorladı.
Denebilir ki leninistler, politik etkilerini de, sol-sosyalist cephe içindeki yalnızlığını da, ısrarla öne çıkardıkları devrimci durum ve iç-savaşa özgü şiarlara borçludur. İç savaşın uzun karakteri burada özel bir rol oynadı. Uzun iç savaş ve bağlantılı devrimci durum, yıllara yayılan ve tekrar eden bir salınımla, kimi zaman keskinleşen kimi zaman törpülenen bir seyir izledi. Ve bu süreçte beklenen kitlelerin dönüşümü, hatalarından yanlışlardan öğrenmeleri, oportünizmin baskın varlığının katkılarıyla, gerekenden uzun bir döneme yayıldı. Bu olgu ancak tarihsel bir kavrayışla, kısa vadeli başarıya odaklanmış günlük-rutin çalışma bakışının üstünde bir kavrayışla ele alınabilir cinstendir. Hele ki, açık alanda çalışma yaptığınız her yerde çevreniz, bu şiarları yükseltiyorsunuz diye size “uçmuş” gözüyle bakanlarla doluysa, bu kavrayışı canlı tutmak daha da zorlaşır. 90’lı yıllar boyunca leninistler taktik çizgi, şiarlar, politik-pratik eylem hattı boyunca proleter komünizmin devrimci karakterini derinleştirdi; bu topraklarda komünizm davasının tüm geleceğini kurtaran bu şekillenmeyi başardı, ancak bu arada kitlelerle geniş ilişkilerine bir istikrar kazandıramadı. Ve dönemin örgütlenme sloganı, tüm bu durumu özetleyecek nitelikteydi. Nicelik değil, nitelik önemlidir. Kavrayışsızlığın en şiddetlisi bu sloganı her dönemde geçerli olan bir ilke haline yükseltmektir.
90’lı yılların sonlarına doğru, sol sosyalist öncüler onbinlerce insanı pankartlarının ardına toplama becerisini gösterirken, üzerinde yükseldikleri dalgayı hiç anlamadıkları ortaya çıktı. Bu süreçte kaybettikleri şeyler, ayaklarına dolandı. En başta dünya proleter ve emekçi hareketin kurtulamadığı o zaaf vardı: Sosyalizmi ve devrimi belirsiz bir geleceğe ertelemek ve savunma hattında çakılı kalmak. Bu yüzden “yaşamın önünde giden” şiarları küçümsediler (tıpkı Menşevikler gibi), mevziler kazanmaya odaklandılar. Alanları dolduran, kurşunların üzerine çıplak bedenleriyle yürüyen, her ateşli barikatın ardına dizilen devrimin geniş kitleleri, öncülerden zafere gidecek yolu aydınlatmalarını bekliyordu. Öncülerse, tüm ajitasyonlardan devrimci bir iktidarı, devrimci bir orduyu ve ayaklanmayı çıkarmışlardı, hatta bu türden sözler edenleri küçümsüyorlardı. Fakat, kazanılan mevzilerin legal olanaklarla savunulmasını “büyük zafer” diye kutluyorlardı. Ateşli barikatların yerine, mahkeme kapılarında okunan basın açıklamaları alıyordu. Sonuçta, kaçınılmaz olan gerçekleşti. Devrimin büyük kitleleri, kendi iradeleri ve bağımsız inisiyatiflerini geliştirip pekiştirmek için parmaklarını bile kıpırdatmayan bu öncülere yavaş yavaş sırtını döndü. Ve onbinlerce sokak savaşçısı, militan, daha otuz yaşına bile gelmeden “eski tüfekler” saflarına savruldular. Nedamet getirmediler, kaçıp düşman saflarına sığınmadılar. Devrimin kesintisiz, istikrarlı biçimde çoğalan bir bölüğü varsa, işte bu “eski tüfekler”di. Ve biz onları, Gezi Ayaklanmasında, öncülerle artçılar arasında kalan “ara halka”larda ortaya çıktıklarında, yeniden görecektik. Evet, bu da başka bir hikaye.
Umut Çakır