-III-
Önceki bölümlerde “devrimin öznel etkeni” denilince, bunun yalnızca öncü partiler anlamına gelmediğinin altı çizilmişti.
Devrim anlarında, on milyonların tahayyülü harekete geçer; bu tahayyülün, yani nasıl bir dünya ve gelecek hayalleri olduğunun biçimlenip, yoğunlaşıp bir hedefe odaklandığı ve nasıl dile getirildiği, devrimin nesnel temeli üzerinden kavranabilir. Devrimin devasa öznel etkenine dahil olan, onun bir parçası olan öncü; kendi taktiklerini, propaganda ve örgütlenmelerini, bu nesnel zemin üzerinden hareketle belirler. Kitlelerin büyük mücadele derslerinden öğrenir ve öğretir.
Şimdiden sonra öznel etkeni daha sınırlı bir çerçevede ele alacağız; yani öncü partiler, onların tüm pratikleri ve kitlelerle kurdukları ilişkiler çerçevesinde. Sınırlılığına inat, bu çerçeve, olağanüstü çeşitliliğe, zenginliğe ve çok katmanlılığa sahiptir. Çünkü söz konusu olan teori değil, yaşamın içinden fışkıran, çok yanlılığı, yaratıcılığı, kahramanca atılım ve kaçınılmaz zaaflarıyla bizzat insan faaliyetidir. Bu denli karmaşık bir konuyu formüle edip basitleştirmek hem kolay değil, hem de tedbirli davranmayı gerektirir. Özellikle de pratik faaliyetin can bulduğu yaşamın karmaşıklığından ürküp basite indirgenmiş formülasyonlarla bezeli bir “güzel ruhlar kozası”na sığınma eğiliminde olanlar için. Tarihin akışının hızlandığı devrimin ele alıp çözümlemesi gereken sorunların üst üste yığılıp iyice karmaşıklaştığı bu tanımda, “güzel ruhlar kozasına sığınma” eğiliminin artışına karşı uyanık olmak şarttır.
Bu uyarıyla birlikte yolumuza devam edelim. Proleter devrimin yüzyılları aşan tarihi ışığında, ele aldığımız karmaşık meseleyi; öncü partilerle devrimin devasa kitleleri arasındaki gelgiti, şu iki kutupta belirginleştirebiliriz: Devrimin büyük dalgasını beklemek ya da devrimin dalgalarını yaratmak. Marksizmi esas alan öncü partiler, kendi politik etkinliklerini, bu iki kutbun zikzakları arasında bir yerlere konumlandırırlar. Kimi yer ve zamanda, dalgayı beklemek -ya da büyük pratik etkinliği bu dalgaya bağlamak- ağır basar. Kimi yer ve zamanda ise bizzat bu dalgayı yaratmak, ona ilk itilimi vermek, onu kontrol etmek üzere tüm enerji harcanır.
Daha yakından bakıldığında dalgayı beklemek ile dalgayı yaratmaya çalışmanın iç içe geçtiği, birbirini beslediği görülür. Şöyle ki: Kitlesel devrimci dalganın hangi kıyılara hangi şiddetle vuracağı, büyük ölçüde öncünün faaliyetinin kapsamına bağlıdır. Beklenen dalga geciktiğinde, öncü, hasmının kıyılarını biteviye dövüp durmak zorunluluğu ile baş başa kalır; ta ki bir büyük dalga gelip, bu biteviye faaliyeti başka bir akıma zorlayana kadar. Bu iç içeliği göremeyenler, yani kitlesel dalgayı kendi kozasında oturup bekleyenler ya da bizzat bu dalgayı yaratmaya soyunanlar, aynı hatalı zemine otururlar.
Kitlelerden ayrı bir parti gücünün, devrimin tüm süreci boyunca kadiri mutlaklığına dair inanıştır bu hatalı zemin. Dalgayı bekleyenler, kendilerine kalan tek etkinliğin kabaran dalganın önüne kendini atmak olduğunu ve partilerinin böyle bir öncülük için tek ihtiyacının doğru bir program, taktik ve temel sorunları şıp diye aydınlatıveren şiarlar olduğunu düşünürler. Dalgayı yaratmaya çalışanlar ise aynı kadiri mutlaklıkla, parti taktik ve şiarlarının kitlelere dolaysız, hiç kırılmaya uğramadan, kategorik bir emir gibi nüfuz edeceği beklentisiyle hareket ederler.
Devrimin muazzam gelgitleri karşısında bu temiz iman sahiplerinin düştükleri durum içler acısıdır: Kozalarında bekleyenler devasa dalgayı sırtlanan kitlelerin hiç de hayal etmedikleri, tanıyamadıkları, hatta aynı dili konuşmadıkları insanlardan teşekkül etmesi karşısında şaşkınlığa uğrarken; koşulsuz dalga yaratma peşinde koşanlar, devasa gövdeleriyle o dalga birden bire enselerinde bitiverdiğinde, milyonların tahayyülünü nasıl şekillendireceklerini bilemezler. Her ikisi de dalga geri çekildiğinde, bir başka ortak noktada buluşurlar: Grup kimliği ve militanlığını kavrayabilmek adına tüm zaaf ve suçu kitlelerin yetersiz bilincine, kolayca aldanabilir oluşlarına havale etmek. Hikaye oldukça tanıdık geliyor, öyle değil mi?
Öncü partiler için durum her zaman bu paradoks içinde mi tanımlanıyordu? Elbette hayır. Gerek Marx ve Engels, gerekse Lenin, devrimin nesnel, öznel ve öncü güçlerinin karşılıklı ilişkilerini belirlemek noktasında gayet nettirler. Şöyle bir tespit yapmak mümkün: Marksizm-Leninizmin kurucuları, teorilerinin dünyayı değiştirme gücüne bilimsel yollardan kanaat getirmişlerdi. Ancak bu kanaatlerini bizzat geniş kitleler içinde, onların pratikleri aracılığıyla kanıtlamak gibi bir zorunluluğun bilincindeydiler; teorinin taşları ancak bu dışsal ilişki yoluyla tam yerine oturtulabilirdi. Onların devraldıkları devrim deneyimi, 1848 ve Paris Komünü’nün felaketle biten sonuçlarından ibaretti. Dünyayı değiştirme teorisi henüz başarılı bir sınavdan geçmemişti ama yine de böyle bir kanıt, kitlelerin devrimci eyleminde aranıp bulunabilirdi. Bu nedenle kurucu ustaların bakışları, doğrudan kitlelere dönüktü.
Bu durum ile bizim gibi devrimci pratiğe 1970’li yıllarda girişen ülkelerdeki koca bir devrim kuşağının durumunu kıyaslarsak, aradaki fark çok net görünür. 1970’ler, dünyanın üçte birinin sosyalist sisteme dahil olduğu, teorinin onlarca başarılı devrim tarafından taçlandığı bir dönemdir. Teori sınamadan geçmiş, evrensel geçerliliğini kanıtlamıştır her yönüyle; strateji ve taktikleri, örgütlenme ve mücadele biçimleriyle. O yılların çoğu genç, devrimci kuşağına düşen görev, uygun bir “devrim modeli”ni benimsemekten, bu topraklarda o başarılı deneyimi tekrarlamaktan ibaretti. Uygun model bir kez benimsenince gerisi kolaydı, zaferlerle dolu tarihin patikalarından yürüyüp, bu modeli uygulamaya geçmek, kitleleri bu programa kazanmaya yeterdi. Şöyle de diyebiliriz: Bu topraklarda hemen hepsi 70’li yıllarda biçimlenen öncü partiler, dalgayı yaratmaya odaklıdır. Tüm o partilerin, gerçekte 70’li yılların devasa dalgası üzerinde yükseldiklerini görmezden gelmek adettendir.
O yıllardan kalan ve hala iftiharla nakledilen bir enstantane var: Adını vermeyelim, sıkı devrimci militan bir grubun iki lideri, belli ki gidecek yerleri yok, sokakta buluşuyorlar. Biri diğerine beklenen müjdeyi veriyor: Kızıl Sendikalar Birliği kurulmuştur. Tümüyle gizli bir yeraltı sendikal birliktir, onun yanında devasa gövdeli DİSK nedir ki? Ama benimsenen devrim modelinin paketinde bu vardır. İki lider boş bir araziye oturup, bu yeraltı sendikasının amblemini tasarlar vs. Görev tamamlanmıştır, bir kitle örgütü, kağıt üzerinde bile değil, toprak üzerinde yola çıkmıştır. Şimdi böyle bir manzara karşısında acaba Marx’ın tepkisi ne olurdu dersiniz?
1848 Devrimlerine Komünistler Ligi’nin lideri olarak katılan Marx, bu örgüt deneyiminden çıkardığı derslerle, kendiliğinden menkul öncü grupların çağrılarına uzun süre kulak asmadı. Marx ve Engels “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” ilkesiyle hareket ediyor, proleter hareketin yeniden kabaracağı günlerin kokusunu almaya çalışıyorlardı. 1864’te bu kabarışın başladığını fark ettiler. Londra’da İngiliz, Fransız, İtalyan işçi gruplarının bir toplantı çağrısına nihayet Marx icabet etti: “Bu kez Londra ve Paris kanatlarında işe gerçek ‘güçlerin’ giriştiğini biliyorum, bu nedenle de bu tür çağrıları reddetme kuralını bir yana koydum” (4 Kasım 1864 tarihli mektup).
Toplantı, Uluslararası Emekçiler Derneği ya da bilinen adıyla I. Enternasyonal’in kuruluşuna sahne oluyor. Başlangıçta bulamaç bir çorbadır bu girişim: Bürokrat İngiliz sendikaları, liberal burjuvaların eteklerine yapışmış propagandacılar, her türden ütopik sosyalistler, yarı anarşistler, İtalyan ulusalcılığının savunucuları... Ama bu durum Marx’ın gözünü zerrece korkutmaz, karşısında “gerçek bir hareket” bulunduğunun farkındadır. Ve bu öngörüsü kısa zamanda doğrulanacaktır: “Bir bütün olarak bu derneğin gösterdiği gelişme burada, Paris’te, Belçika’da, İsviçre ve İtalya’da bütün beklentlierin ötesine geçti.” (23 Şubat 1865)
I. Enternasyonal, Marx’ın doğrudan yol göstericiliğiyle İngiltere’de ve genel oy hakkını kurcalayarak başlıyor. Başını bizzat liberal İngiliz burjuvalarının çektiği bu kampanyaya Marx neden önem veriyordu? Cevabı, yine bir başka mektupta: “Harekete, gerçekten büyük bir işçi örgütünü, şimdiye kadar yalnız ücretler sorunuyla ilgilenen İngiliz ‘sendikalar’ı çekmeyi başardık.”(15 Ocak 1866) Sendika terimini tırnak içinde zikretmesi boşuna değil; Marx, İngiliz işçi sınıfını demoralize eden rüşvet yiyici sendika önderlerine karşı öfkesini hiç saklama gereği duymamıştır. Onlar için “sefiller!” diye yazar. Buna rağmen Marx, Avrupa’yı boydan boya kat eden akım, yeni uyanan işçi hareketine bütün polemiklerden uzak durmayı ve birliği emrettiği için, Enternasyonal’deki görevini bir ip cambazının titizliğiyle yürütmek zorunda olduğunu biliyordu. Aynı yıllarda birleşmeye çalışan Alman proleter örgütlerine Londra deneyiminden yola çıkarak acı öğüdü vermekte bir sakınca görmüyordu: “Gerçek hareketin her adımı, bir dizi programdan daha önemlidir.”
Benzer tutumları Engels’te görmek elbette şaşırtıcı değil. Örneğin Amerika’da 1886’da başlayan büyük proleter eylemlere, anarko-sendikalist önderlere ya da liberalizm eğilimlerine rağmen, Engels büyük bir coşku ve ciddiyetle yaklaşır. Marksizmi benimsemiş görünen işçi gruplarının (çoğu Almandır) bu harekete küçümsemeyle yaklaşmalarını eleştirir: “Hareketin yayılması, uyum içinde yürütülmesi, kök salması ve tüm Amerikan proletaryasını alabildiğine çok kucaklaması, başından itibaren teorik olarak kusursuz bir çizgide başlayıp ilerlemesinden çok daha önemlidir. Teorik kavrayış açıklığına giden en iyi yol, insanın hata yaparak öğrenmesidir.” (28 Aralık 1886)
Kitle hareketi olarak yükselen proleter harekete, kendini sağlamlaştıracak zamanı tanımaktan yanadır. Böylece insanların ilkin anlayamayacakları ve ancak zamanla öğrenilebilecekleri şeyleri zorla yutturmaya çalışmanın şaşkınlığa neden olacağını ve bu şaşkınlığın, hareketin ilk baştaki kaçınılmaz karmaşıklığından daha beter olduğunu belirtir. Engels’in keskin eleştirisinden, İngiliz Marksistler de nasibini alır. Burunlarının dibinde gelişen gerçek işçi hareketini görmek yerine, kendilerini siyasi hasımlarıyla sıkı bir polemiğe kaptıran Sosyal Demokrat Federasyon’a “Marksist gelişme teorisini -işçilerin kendi sınıf bilinçlerinin bir sonucu olarak ulaşacakları değil, ama bir amentü gibi bir seferde ve gelişimsiz boğazlarından akıtılacak katı bir Ortodoksluğa indirgemek” suçlaması yöneltir. (12 Mayıs 1894)
Kısaca değinebildiğimiz kadarıyla, Marx ve Engels’in tutumları ne devrimci dalgayı beklemek ne de onu yaratmaktır. Onlar kendinden menkul devrimci gruplara değil, “gerçek hareket”e odaklanırlar. Mayalanan, kabaran dalgayı zamanında fark edip bu harekete kendi pratiğinden dersler çıkarma üzerinden teorik bir içerik kazandırma çabasındadırlar.
Hareketin henüz mayalandığı, kabardığı yerlerde Marksizmin tutumu budur. Peki ya, aynı hareketin, tam anlamıyla olgunlaştığı, koşar adım muzaffer bir devrime yol aldığı zamanlarda? Bir sonraki yazıda, 1917 Ekim Devrimi’nin hemen öncesinde Lenin ve Bolşevik partinin kitlelerle öncünün ilişkisini nasıl ele aldığını göstermeye çalışacağız. Böylece kitlesel devrimin öznel görev karşısında Marksizmin, başlangıcından en olgun o zamana kadar, tam bir tutarlılık içinde hareket ettiğini göreceğiz.
Umut Çakır