Nihayet AB, daha doğrusu Almanya, Türkiye’ye göstereceği toleransın sonuna geldi ve Yunanistan’ın arkasında durduğunu ilan etti. Sadece Almanya’nın da değil, Avrupa Birliği içinde Türkiye’yi destekleyen Macaristan, Malta, İspanya, İtalya, Bulgaristan gibi ülkelerin Yunanistan’ı desteklemekle yükümlü olduğunu ilan etti.
“Doğu Akdeniz konusunda tüm Avrupa Birliği (AB) ülkeleri Yunanistan’ı desteklemekle yükümlü”
Almanya, bu noktaya gelmemek için bir hayli çaba harcadı, hatta Fransa’yla ayrı düşme noktasına gelmeyi bile göze aldı. Türkiye ile derin ekonomik, mali hatta askeri ilişkileri vardı.
Daha önemlisi, Türkiye, emperyalist-kapitalist sistem ile dünya proletaryası; sermaye ile emek arasında dünya çapında bir iç savaşın sürdüğü günümüzde özellikle Ortadoğu’da önemli bir karşı-devrim merkezi, dinci faşist çete üretim çiftliği ve ihracat merkezidir.
Emperyalizmin, proletaryanın ve ezilen halkların Ortadoğu’da girişecekleri proleter ve halk devrimlerine karşı bu karşı devrim üssüne ihtiyaçları vardı.
Kendisi de bir toplumsal devrimin güçlü tehdidi altındaki bu faşist devlet ve dinci faşist iktidar, bugüne kadar Almanya ve özellikle de Amerikan emperyalizmi tarafından bugüne kadar titizlikle korundu.
Emperyalist sermaye ve Türkiye’nin tekelci sermaye sınıfı, toplumsal devrime karşı dinci faşist iktidarı, tüm yetkileri onun elinde merkezileştirmek, tüm karşı devrim güçlerini -buna burjuva muhalefet partileri dahil- onun arkasında birleştirmek dahil her türlü desteği verdi.
Ancak Almanya’nın da yapacaklarının ,olanaklarının ve gücünün sınırı vardı. Nihayetinde Doğu Akdeniz’deki gerilim Almanya’nın yatıştırma gücünün sınırını aşınca Almanya tarafını belli etti: Yunanistan..
Almanya uçurumun kenarında gezinen Türkiye’yi uçuruma düşmemesi için Doğu Akdeniz krizinin başlangıcından bu yana elinden tuttu. Merkel’in son açıklaması, Türkiye’nin elini bırakmak üzere olduğunu ve bunun için geri saymaya başladığı anlamına geliyordu.
Almanya engeli aşılınca Libya konusunda da Türkiye’ye diş bileyen Fransa, açık tehditlere başladı. Fransa C.Başkanı Macron, işi tehdit ve açık bir savaş diline kadar götürdü ve Türkiye ancak “sopadan anlar” mealinde konuşmaya başladı.
“Türkler sadece eyleme dönüşen sözlere saygı duyar.” Bu sözlerin Türkçesi, Türkiye’nin, biz buna dinci faşist iktidarın ya da faşizmin diyelim, sadece sopanın dilinden anladığıdır.
Söze böyle başlayan Macron, şöyle devam ediyor:
“Akdeniz egemenliği konusunda, edilen sözler ve eylemlerde tutarlı olmalıyım. Size Türklerin sadece buna saygı duyduğunu söyleyebilirim. Eğer eyleme dönüşmeyecek şeyler söylerseniz... Fransa'nın bu yaz yaptığı önemliydi. Bu bir kırmızı çizgi politikasıydı, Suriye'de bunu yaptım”
Suriye örneğini vermesi şaşırtma amaçlı olmalı. Macron muhtemelen Libya’da, kimsenin üstlenmediği Vatiyye Üssü’nün vurulduğu ve Türkiye’nin askeri teçhizatının tahrip edildiği operasyonu kastediyor.
Özetle, Avrupalı emperyalist devletler ve çeperindekiler dinci faşist iktidarın restini gördüler. Resti görmelerinden sonra, Türkiye’ye uygulanacak ve Eylül ayında kesinleştirilecek bir yaptırım listesinin hazırlığına başladılar.
Türkiye ise, “meydan okuma”ya devam ediyor. Faşist devletin Devlet Bahçeli’si “on iki ada” meselesini gündeme getirirken, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay Yunanistan’ın deniz kıta sahanlığını 12 mile çıkarmasını “Savaş nedeni olmayacak da ne olacak” sözleriyle karşılıyor.
Pasta büyük; lokma yağlı. Herkes bu lokmayı mideye tek başıma nasıl indiririm derdinde. Savaş gemileri, savaş uçakları, kararlılık gösterileri, meydan okumalar hep bu paylaşım için.
Almanya, bu paylaşımın güce başvurmadan, görüşerek, diplomasi yoluyla çözülmesini istiyor.
“Ben gerilimin artmaması için çaba sarf ettim. Bu bazen sadece her iki tarafın tekrar tekrar konuşmasıyla mümkündür. Ekonomik bölgelerin pay edilmesine ilişkin oradaki tartışmalar ancak birlikte yürütülebilir. Almanya, bunun için çaba sarf ediyor” (Merkel)
Türkiye, Almanya’nın bu yaklaşımına Devlet Bahçeli’nin ağzından el yükselterek yanıt veriyor: “Türkiye'nin On iki Ada üzerinde hakkı vardır, sözü vardır, anıları vardır, çıkmayacak izleri vardır.”
Bahçeli’den bir gün sonra RTE, Bahçeli’yi de gölgede bırakan bir “meydan okuma” yapıyor. Milli Savunma Üniversitesi Harp Okulları Diploma ve Sancak Devir Teslim Töreni’nde konuşurken bir savaşın kaçınılmazlığını çağrıştıran şu cümleleri kullanıyor:
“Şimdi artık dün olduğundan daha gür seda ile daha samimi bir inançla, kendimizden daha emin bir şekilde düşmanlarımıza ‘hodri meydan’ diyoruz. (...) Biz mücadeleden kaçmayız. Biz bu mücadelede şehitler, gaziler vermekten çekinmeyiz. Biz istiklalimiz ve istikbalimiz için 83 milyon hep birlikte kükremiş bir sel gibi önümüze çıkan bentleri çiğneyip geçmekten geri durmayız. Garbın afakını çelik zırhlı duvarlar sarsa bile iman dolu göğsümüzle hepsini de yıkar geçeriz. Hakk’ın vaat ettiği günlerin işte bugünler olduğuna inanıyoruz.”
Denebilir ki, RTE, tribünlere oynuyor, fazla ciddiye almamak lazım bu sözleri. Olabilir. Ancak tribünlere söylenmiş de olsa muhataplar Avrupalı emperyalistlerdir ve onlar da “Türkler sadece eyleme dönüşen sözlere saygı duyar.” biçiminde konuşmaya başlamış vaziyetteler.
Karşılıklı restleşmeler bir savaşa giden yolun kapısını ardına kadar açıyor.
Proletarya açısından sorun şu: Bir savaş durumunda nasıl bir yol izlemeli? Dinci faşist iktidar, şimdiden şovenizm rüzgarlarını estirmek için elinden geleni yapıyor.
Proletaryanın devrimci sınıf partisi olası bir savaş durumunda proletaryaya, ortaya çıkacak koşullardan bir devrim için yararlanmak gerektiğini; devrime giden yolu göstereli çok oldu.
Ya diğer siyasi parti ve hareketler?