Sık sık deriz ya, hatırlamak bir görevdir diye. Şüphesiz böyledir. Çünkü unutmak, insanın sadece kendisine değil, topluma da bir ceza ve hatta ödetilen ağır bir bedeldir.

Bu topraklarda bir kuşak 2000 yılında, esareti ve teslimiyeti kabul etmektense ölüme yürüdü, bunu hatırlıyor muyuz? Ya da unutan var mı?

Ellerinde kendi bedenlerinden başka bir silahı olmayan binlerce insan, halkların özgürlüğü için dört duvar arasında canlarını bir koca silah ederek çarpıştılar. Beş yüzden fazlası bir daha iyileşmeyecek yaralar aldı, yüzden fazlası da can bırakıp zafere yürüdü.

Tanırdık hepsini bir bir. Candı onlar, canımız... Hele içlerinden bazıları vardı ki, canımızdan da içreydiler. Birinin adı Aysun Bozdoğan’dı. Aklında çelikten bir bilinç, kalbinde kocaman bir umut ve o güzel yüzünde muhteşem bir gülümseme… Başlamış bir yürüyüşe, ama ne yürüyüş… Bırakın onu sevmeyi -sevmek ne k- yolunu kendi ömrüne katasın gelir.

Üniversiteden gelmiş, güzel şeyler yapmış, yetmemiş. Varoşlarda, çamurlu sokaklarda emekçilerle yürümüş, umudunu paylaşmış, diz kırmış, sofralarına oturmuş. Yetmemiş, şarkısını söylemiş billur bir sesle. Alınmış gözaltılarına, tutuklanmış, işkenceler görmüş ama Aysun bu, ne yılmak ne yenilmek... Eksiltmemiş hiç, korumuş büyütmüş umutlarını, düşlerini, unutmuş seni beni, “biz” olmuş. İllegalitenin ağır koşullarından da geçmiş yolu. Ya bir dağ yelisin burada ya bir deniz dalgası… Dalgalanmış, esmiş ama bir kez daha tutsak düşmüş.

Ne duvara çentik atma, ne gün sayma, sığmamış dört duvarın arasına ve cellatlar karşısına geçtiği Aralık ayının o en kanlı dört gün ve gecesinde çarpışmış barikatlarda. Yıkılan zindanlardan sağ çıkanlardan biri olmuş, yeni cephe Ölüm Oruçları... Hiç tereddüt etmemiş, bedeni erirken kadre kadre, inadına bir deniz dalgası, inadına bir dağ yeliydi hala…

Ve tarih 26 Haziran 2001 dediği gün, o dağ yeli dağın, o dalga denizin kendisine dönüştü. Demişler ki öldü... Oysa ölmek böyle bir şey değil. Sadece durmuştu o öpülesi kalbi, bizimkinin içinde çarpmak için.

Dedik ya başta hatırlamak bir görevdir. Anlamak da böyledir; onları anlatmak da, kaldığı yerden yürümek de. Hatta erdemdir.

Savaşçı yürür güneşin kalbine, yürür yıldızına. Güneşte onunla yırtar her şafakta karanlığı. Güneşte yanan da odur, gecede parlayan ayda…