Doğa dinlerinin yerini tek tanrıcılık aldığında bu yansımasını sanatta da gösterdi. Artık doğadaki güzellik anlayışı yerini Hıristiyanlığın ideallerine bıraktı. Doğa arka plana atılmış, öte dünya, güzellik olarak kutsanmıştır. Yeryüzünün güzelliklerinden sevinç duymak utanılacak bir şeydir. Şehvet kaynağıdır. Rönesans’la birlikte kör inancın yerini akıl almış, insan mutluluğu gökyüzünde değil yeryüzünde aranmış, insan ve doğa arasındaki sırların çözülüşü, akıl yoluyla doğayı anlama, kavrama çabası Rönesans sanatçısını doğaya yaklaştırmıştır.
Biraz uzun bir alıntı olacak belki ama Kagan’ın yaptığı değerlendirmeyi özetlemek yerine aynı şekilde aktarmayı uygun gördük. Diyor ki Kagan, “İnsanların doğaya estetik bir yer verişine baktığımız zaman, böyle bir şeyin sınıfsal idealler arasındaki farklılıklarla koşullanmış olduğunu görürüz. Örneğin, niçin 19. yüzyıl akademik Rus resminde Rusya’daki doğaya rastlanmaz? Niçin bu Rus ressamları kendi ana vatanlarındaki doğayı değil de İtalya doğasını büyük bir beceri ve titizlikle çizmişlerdir? Buna karşılık, niçin Vasilyev’in, Savrassov’un, Şiçkin’in, Levitan’ın yapıtlarında görüldüğü üzere, gezici ressamlar, böyle bir gelenekten kesinlikle koparak, kendi ülkelerindeki doğanın resmini yapmaya yönelmişlerdir? Akademikçiler öyle bir yol seçmişlerdir, çünkü öbür türlü halkın yaşamının içine aristokrasinin saygısızca yerleştirilişi, ister istemez çevreyi de kapsayacak, halkın yaşamı ile yaptığı işleri resimde herkese gösterecekti. Aristokrasinin kendi anadiliyle değil de Fransızca konuşmasındaki mantık neyse, buradaki mantık da oydu. Yaptıkları resimde Rusya’nın o “adi”, “kaba” doğası görünsün istemiyordu bu ressamlar, öyle bir görüntü, kaçınılmaz olarak, akla mujikleri getirecekti, onun için İtalya manzarası seçkin ve güzel geliyordu onlara.
“Gezici ressamlar ise başka bir toplumsal sistem görüşünü paylaşıyorlardı, başka sınıfsal idealleri vardı. “Karar artık mujiklerin” diyordu Repin; bütün yaşamları doğayla kucak kucağa geçen mujiklerin gözüyle doğaya bakıyor, mujikler gibi duyuyordu doğayı. O yüzden, gezici ressamların yaptıkları resimlerde köy yaşamıyla, köydeki işlerle ilgili şeylere rastlanmaz çoğu zaman; doğa, tüm el değmemişliğiyle çizilmiştir. Burada, sanatçının içinde bulunduğu estetik konum yanı sıra, güzelliği en yalın, en günlük haliyle, doğaya en yakın biçimde bulup ortaya koyma yeteneği, halka bağlılığı gösteren, demokratik ideallerin bir anlatımı olmuştur.” (s.138)
İnsan eliyle yaratılan ikinci doğa, nesneler dünyasında güzel-olan ile çirkin-olan olgusuna nasıl yaklaşılır. Nesnelerin güzelliği sorunu kendi var oluş nedenlerine ne kadar uygun olup olmadıklarıyla belirlenir. Çok eskiden köylerde kullanılan, bugünlerde kent hayatında da rastladığımız bir çaydanlık modeli vardır. Yandan kulplu değil üstten kulpludur. Ama bardakları doldururken, bu çaydanlıkla demin üzerine su koymak ciddi bir problemdir. Kaynayan sudan çıkan buhar elimizi yakar. Oysa bu demlik çay doldurmak için yapılmıştır, amacına uygun bir biçimi yoktur. Amacına uygun olmayan bu nesneye biz güzel diyebilir miyiz? Bu çaydanlıkların daha çok ateş üzerinde kullanıldığı düşünüldüğünde aslında amacına uygun yapılmıştır. Yandan yapılacak bir kulp ateşte ya kor gibi olur ya da erir giderdi. O gün açısından amacına uygun tasarlanan bu nesne bugün işlevini yerine getirememektedir. Günümüz ocaklarına uygun bir biçimi yoktur.