Güz sayımızda başlattığımız Estetik konulu yazımızı, güzellik ve çirkinlik konusuna kısa bir giriş yaparak bitirmiş ve kış sayımızda bu konuyu daha geniş işleyeceğimizi söylemiştik. Ayrıca estetik değer kategorisine giren, yüce-olan ile aşağı-olan, trajik-olan ile komik-olan, estetik-olan ile sanatsal-olan arasındaki ilişkiye de değineceğimizi belirtmiştik. Yazıya başladığımızda gördük ki, tüm bunları bir sayıda ele almak mümkün olmayacak. Biz de güzel-olan ile çirkin-olanın doğada, insanda, nesneler dünyasında ve sanatta ne anlama geldiğine değinerek diğer konuları bahar sayımızda ele almaya karar verdik.
Estetik denildiğinde birçoğumuzun aklına hemen güzel-olan gelmiştir. Bir nesneye ya da bir insana “ne kadar da estetik” denildiğini duyduğumuzda onun güzelliğine vurgu yapıldığını düşünürüz. Oysa estetik yalnızca güzel-olan değil, aynı zamanda çirkin-olandır. Yüce-olan ile aşağı-olan, trajik-olan ile komik-olan da estetik kategorilerdir. Nasıl ki, aydınlık kavramı karanlık kavramını, ağırlık kavramı hafiflik kavramını beraberinde getirdiyse güzel kavramı da çirkin kavramını beraberinde getirmiştir. Bu anlamda çirkin-olan, yoz-olan, kaba-olan, bayağı-olan da estetik kategoriler olup, yalnızca nitelikleri gereği olumsuzluk taşırlar.
Öyleyse sanatta güzel-olan varsa, çirkin-olan da vardır ve estetik bu iki alanla da uğraşır. Sanatta güzel-olan ile çirkin-olana geçmeden önce insanda, doğada ve insanın kendi yaratımı olan nesneler dünyasında güzel-olanla çirkin-olanın ne anlama geldiğine bakalım.
Bir insana güzel dediğimiz zaman yalnızca onun dış görünüşünden değil aynı zamanda onun zihinsel dünyasından ve davranışlarının niteliğinden de söz ediyoruzdur. Güzelliği yalnızca o insanın dış görünüşüne göre belirliyorsak bu estetiğin değil biyolojinin konusudur. Biyoloji de güzelliği belli bir norm altında ifade edemez, ederse ırkçı bir yaklaşımı benimsemek zorunda kalır. Beyaz ırkla siyah ırk arasında nasıl bir karşılaştırma yapacak? Birini güzel, diğerini çirkin nasıl ilan edecek? Bu anlamda insan güzelliğini tek ve bir kalıba sokmak mümkün değildir.
Kagan’ın belirttiği gibi, “İnsan güzelliği görece olup, insan güzelliğinin somut görünüş biçimleri, her zaman için, ulusal, ırksal olarak koşullanmış ya da sınıfsallığa bağlı belirtileri kendinde taşır.” Bu sayımızın kapağında ki el, bizce güzeldir ama ona sadece dış görünüş olarak bakarsak, yıpranmış, yorulmuş, kırış kırış bir elin güzellik neresinde diye soran olabilir. Ona güzelliğini veren şey, yaratıcı ve üretici insanın en önemli aleti olmasıdır. Her şeyin yaratıcısı olan emeğin ilk aleti, insanı insanlaştıran en önemli nesnedir elimiz. Ona güzelliğini veren üreten insanın, üretici nesnesi elinin yaratmış olduğu değerdir. Onda simgeleşen anlamdır. Bizim değerler sistemimizde emeğe verdiğimiz yerin sonucudur o elde güzellik görmemiz. Üzerindeki çizgiler bilgi ve deneyimin simgesidir.
Sanat tarihi kitaplarında ve müzelerde sıkça karşılaştığımız İlk Çağ’a ait kadın heykelleri, kocaman kalçaları, kocaman göğüsleri ve göbekleriyle çağımız için hiç de güzellik belirtisi değildir hatta çirkinliğin simgesidir. Bugünün heykellerindeki kusursuzluk onlarda yoktur. Neden? O dönemin heykeltıraşlarının yeteneksizliği, kabalığı mıdır buna neden olan, yoksa o dönemin düşünüş biçimi midir bu sonucu yaratan? Evet, o dönemin kadına bakışıyla ilgilidir bu durum. Anaerkil döneme ait bu figürlerde yapılan abartmalarda, kadının doğurganlığı karşısındaki şaşkınlık vardır. Yaşamı kendi bedeninde yeniden yaratan kadın karşısında şaşkınlık, onu yüceltme söz konusudur. Ama kadının ilk tarihsel yenilgisini alışıyla bu figürler yerini, kutsanmış, bir tül perdesi arkasına gizlenmiş, kusursuz hatlarla belirlenmiş kadın figürlerine bırakmıştır. Her tarihsel dönem kendi güzelini ve çirkinini yaratmıştır.
“Şunu iyice anlamamız gerekir, hiçbir çağ mutlak estetik hakikate ulaşamamıştır, çünkü toplumsal idealden bağımsız hiçbir mutlak güzellik yoktur ve olamaz. Nitekim her çağ gerçek dünyayı kendi idealine bağlamış, güzel-olanı, bu ideale uygun düşen şey olarak görmüş, bu temele dayanarak, tüm estetik değerleri değişime uğramıştır. Onun için güzel olan, hep tarihçe koşullu olup, tarihçe değişime uğrar.” (Kagan, sy. 133)
Toplumcu düzende bu anlamda kendi güzel anlayışını oluşturmuştur. Antik sanatın ve Ortaçağ sanatının aksine toplumcu sanatta, emekçi, yaratan ve üreten, savaşımcı insanı, kendi eliyle biçimlendirdiği geleceğe sahip çıkan ama inanan insanı ortaya çıkarmıştır. Yine kapaktaki elden örnek verecek olursak, onda kendine güvenen, bugünün ve geleceğin yaratıcısı olduğunu bilen bir insan düşüncesinin ifadesi vardır. Çalışmanın erdemsizlik olarak algılandığı bir dönemde bu kapak çirkinliğin simgesinden başka bir şey olamazdı. Hatta böyle bir sanatsal yaratım tasarlanamazdı. Ama emeğin tarihteki yeri anlaşıldığından beridir estetik kategoriler içine girmiştir insan emeği.
Şimdi gelelim doğada güzel-olan ile çirkin-olanın ne olduğuna. Doğada güzel-olan dediğimizde gerçek-olan ile ideal-olanın birbiriyle uygunluğunu anlarız. Doğada bulunan canlı-cansız nesnelerin her biri doğa tarafından yaratılırken, birini çirkin birini güzel diye yaratmamıştır. Doğa bizlerce estetik olarak değerlendirilir ama kendi dünyasında aslanla karınca, fille zürafa birbiriyle kıyaslanmaz. Oysa bizler kendi değer sistemimiz içinde aslanı yüceliğin, gücün simgesi sayar ve kendimizle özdeşleştirirken bir hayvana benzetilmiş olmaktan rahatsızlık duymayız. Bir sırtlan ya da akbabayla benzerlik kurulduğunda bundan rahatsızlık duyarız. Kendi yaşamları gereği kendi idealiyle uygunluk içinde olan bu hayvanlar, insanın idealleriyle karşılaştırıldıklarında güzel ya da çirkin olabiliyor. Aslan güzeldir ama sırtlan çirkinlik abidesidir bizim için.
Sanat tarihine baktığımızda, ilkel komünal dönem insanı, anaerkil dönemde, kadın bedenini ve onun yaratıcı yanını estetize etmiştir. Doğada ise avcılığın topluluğun yaşamında belirleyici bir uğraş olmasından dolayı duvar resimlerinde yalnızca hayvan resimlerini görürüz. O dönemde de yağmur yağar, karlar beyaz sessizliğiyle her yanı kaplar, gökkuşağı çıkar ama ilkel dönemin insanı bunları estetik bir nesne olarak göremez. Ne zaman ki avcılıktan tarıma geçiş yapıldı, artık yağmurun, karın, güneşin anlamı değişti. Doğa olaylarının yaşamını etkilemesiyle, bunlar onun için daha anlamlı bir hale gelmiştir. Öyle ki kimi zaman güneşe, kimi zaman ateşe, kimi zamanda rüzgâra tapar olmuş, onlar için kutsal nesnelere dönüşmüştür.