Derinlerde depremler olmasa yüzeyde yıkıntılar oluşmaz. Anlaşıldığı düşünülen bu gerçek çoğu kez anlaşılmıyor.

Aynı şey değil derinlerden gelenle yüzeyde gerçekleşen. Hiç bir tutulabilir mi; bir damlayla bir okyanus, bir kıvılcımla bir yanardağ. Serin bir meltemle dehşete düşüren bir tayfun.

Yüzeyde olan değer geçer, yüzeyde olan dokunur, değiştirmez değişir. Yüzeyde olan edilgendir; sözü kendi sözü değildir, noktası da, virgülü de!..

Derinden gelen yıkar geçer, yarar gider, yakar gelir. Derinden gelen değiştirir; kendi sözü vardır, kendi noktası, kendi virgülü!.. Mesela dalgalar derinden gelir, rüzgarlar derinden, yağmurlar derinden, kimi suyun, kimi dağın, kimi mavi göğün en derin yerinden koparak!..

Gülün açmak için beklediği bahardır derinden gelen ama kopup da gelen! Ustaların demir dövmek için beklediği harlı közdür ve bayrak taşıyıcının ileri fırlamak için beklediği andır.

Birilerini korkutsa da, başka birilerinin de uykularını kaçırsa da ve daha daha başkalarına da ecel terleri döktürse de, yani bir cümle karşı cephe ve onunla gönül bağı olanları korkudan öldürüp öldürüp diriltse de geliyor şimdi geliyor derinden gelen.

Şimdiye kadar olanlar bu gelenin öncü sarsıntılarıydı, kendisi değil, habercileriydi ki bu haberciler bile korkuttu saraylardakileri. Öncüleri bile sarstı camekanlı çelikten o yüksek kuleleri. Nasıl korkmasınlar nasıl; çoktan sınırlarına dayanmış Arap Devrimleri!.. Yıllar ve yıllardır süren iç savaş da cabası ve elli yıldır kesintisiz süren devrim mücadelesi ve Haziran ve de Ekim serhıldanları!.. Nasıl korkmasınlar ki üstelik bunlar öncü sarsıntılarken. Üstelik hepsi biliyor bunlar daha iyi günleri, kulelerde deprem etkisi yapanlar henüz öncü sarsıntılar.

Fakat bazıları tüm bunları göremez. Olanı biteni, iki göz bebeğine sığandan ibaret sanır. Volkanları izler de seyrine doyamadan bilmez magmayı, bilmez kilometrelerce bazaltı, graniti ve cümle cihanın taşını yara yara geldiğini. Seyrine dalar da o dehşetin kızıl nehrini anlayamaz; o nehrin yana yana aktığını, yaka yaka aktığını. Bilmez anlayamaz yananın da yakan olduğunu.

Hiç aynı şey olur mu görünenle gerçekte olan?

Mahşeri sarsıntı sanıyorlar, yıkımı kriz ve ölümü galiba daha basit bir şey. Çünkü oluk oluk kan akarken ya seslerini çıkarmıyorlar ya da cellatlara “barıştan” bahsediyorlar! Saçmalığı bir yana bunun. Böyle böyle, kötü olanın, berbat olanın, katil olanın ömrü uzayıp gidiyor. Böyle böyle inancını yitiriyor insanlar.

Böyle böyle, “Bu memlekette hiçbir şey değişmez!”. Böyle böyle işte; yöneten hep yöneten, yönetilen de hep yönetilen. Sezar hep Sezar, köle hep köle. Hatta Sezarlar değişir de biz hep köle kalırız! İşte böyle böyle kırılır umutlar. İşte böyle bu akbabalar ölü umutlarla beslenen leş kuşları, ümitsizler korosu sonsuz bir köleliğe mahkum ediyorlar bizi. İstiyorlar ki şöyle desin insanların tamamı: “Hiç bir şey değişmeyecekse niye ölelim, niye mücadele edelim!”

Bu mu yani, gerçekten bu mu, dövüşmemenin gerekçesi? Peki daha anlamlı ve doğru olmaz mı, “hiçbir şey değişmiyorsa niye yaşıyoruz ki!” diye sormak. Umuda sarılmak lazım, umuda sarılarak sormak lazım: “hiç bir şey değişmiyorsa” esas o zaman dövüşmek, esas o zaman kurşun eritmek gerekmiyor mu?

Umutsuzların tersine, gerçeğin görünenden ibaret olmadığını bilir ustalar. Büyük savaşçıların büyük düşünürler olması tesadüf değildir. Onlar derinden geleni anlar çözümler. Derinden geleni gören, anı neyin nasıl yıkacağını da bilir. Gerisi bunun ateşinde köz köze, yürek yüreğe yanmak ve bu yangının ateşinde çelikleşmektir.

Böyle böyle yenilir umutsuzluk, böyle böyle değişir milyonların inancı böyle böyle yıkarız setleri ve böyle böyle sereriz Sezar’ın cansız leşini Vezüv Dağının toprağına. Böyle böyle kalkar ayağa, şaha, isyana, kavgaya; kalkar, karışır, yürür insan. Çünkü böyle böyle gelir en derindeki o en büyük dalga.

Yüzeydeki çalkantıdır esas dalga diptekidir. Derinde olanı görmek bu yüzden çok önemlidir. Gelenin geldiğini önceden haber vermek de... Hem de herkese ilan ede ede, ki insanlar bilsin çıkacağı yolun, aşacağı dağın nasıl ve nerelerde pusulandığını ve nerelerde pusulandığını. İşte anca böyleleri ve böyleleriyle yürüyenler gerçekten hazır olabilir gelene. Dipten gelene.

Kim ne derse desin yoluna devam eder tarih. Eski kaleler yıkılır, dağılır bilmem kaç tahkimatlı mevziler. Baldırı çıplaklar bir kere daha yener lejyonlarını Roma imparatorluğunun, bin yıllara dayanan Çin hanedanlığının tabutuna son çiviyi çakar pirinç tarlalarından çal ve çamur içinde çıkıp gelen yoksul köylüler! Ordular düşer ve umutsuzluğun bayrakları kokuşmuş sahipleri gibi savrulur gider. Ve de bozgun karşı safta kaçınılmaz bir sona dönüşür.

Her şey değişir, her şeyin beka olduğu bir devlet yoktur ve hiç olmamıştır. Dün, bugün, yarın; değişti, değişiyor ve değişecek. Hem de biri yenilerek diğeri yenerek değişti, değişiyor ve değişecek. Bugün dünü yendi ve yarın bugünü yenecek. İsteyen istediği kadar inat etsin anlamamakta ama gerçek sadece bu; yarın bugünü yendiğinde o yarının, sahibi bu günün yoksulları sömürülenleri olacak, başka hiç kimse değil!

İnanmayın kalplerinin paslı kapılarını umudun rüzgarlarına kapatanlara. Siz bir başlayın gerisi gelecek, hem de derinlerden koparak. Siz bir başlayın gerisi dağları yakarak gelir! Siz bir başlayın bakın volkanın lav seli nasıl boşalıyor, fabrikalardan meydanlara akarak. İnanmayın onlara gördüklerinden fazlasını anlayamazlar oysa görünenle yetinenler hiç bir şey görmüş sayılmaz.

Siz bir başlayın bakın o zaman “bir şeyler değişiyor mu değişmiyor mu?”

Ve şimdi gelen gerçekten dipten gelendir.

Kenan Kızıl