2013 yılının Mayıs ayına dönelim. Arap Devrimleri ve Occupy hareketiyle Kuzey Afrika’da başlayan ayaklanmalar ve eylemler rüzgarı, bizim topraklarımıza da ulaşmak üzereydi. Türkiye ve Kürdistan’da uzun süredir birikmiş olan sınıf çelişkileri, dış savaşla, devlet baskılarıyla, yılların verdiği yoksulluk ve sefaletle birleşince yeni bir toplumsal hareket doğdu.

Mayıs’ın ilk günü yani 1 Mayıs’ta Taksim’in yasaklanması ve devletin kitlelere saldırması ilk sesleriydi gelecek günlerin. Mayıs’ın son günü yani 31 Mayıs, yaşadığımız topraklarda yeni bir süreci başlatacaktı. Öyle ki bu süreç, “Bulunur bir çare, halk ayaktadır/ Taksim yolunda barikattadır” diye, “Tek başımayım ama çokum bu kavgada” diye şarkılar yazdıracak, hep bir ağızdan söyletecekti. “Canı cehenneme rahat uyuyanın, kapısını örtenin, perdesini çekenin, yüreği yalnız kendiyle dolu olanın” diye şiirler okutacaktı.

Gezi Parkı’nın yıkımına karşı İstanbul’da başlayan ayaklanma kısa sürede tüm kentlere yayıldı. Kapitalizmin çelişkilerinin, sınıf karşıtlıklarının geldiği noktada ufacık bir kıvılcımdan böyle bir sosyal patlamanın yaşanması zaten kaçınılmazdı. Toplumun çok farklı kesimleri, çok farklı sorunlara dayanarak sokakları, caddeleri meydanları doldurdu ve kimileri bir bütünün parçası olmayı ilk defa burada deneyimledi.

Kadınların etkileyici coşkusunu hissettik. Gençliğin cesaretini, yaratıcılığını, enerjisini gördük. Özellikle emekçi semtlerde işçilerin kararlı mücadelesini gördük. Alevilerin ayaklanmadaki etkin rolünü gördük. İnsanlar, ayaklanma karşısında bütünleşen burjuvazi ve azgınca saldıran faşist devlete rağmen günlerce sokakları doldurdu. Sokakları doldururken bilinç anlamında da bir devrim yaşadı. Ön yargıları kırıp dayanışmayı öğrendi. Halk eylemcilere evlerini açtı, yardım etti. Sanatsal üretimler arttı, mizah, karikatür alanında gelişme yaşandı. Gezi Ayaklanmasında halk komünler, forumlar oluşturarak yeni örgütlenme araçları yarattı ve doğrudan demokrasinin örneklerini gerçekleştirdi. LGBTİ+ bireyler tüm özgünlükleri ve talepleriyle ayaklanmada yerini aldı. Sosyal medya da harekete inanılmaz ivme kattı.

Bu ayaklanmada küçük burjuvazi de yer aldı ve iktidarla uzlaşmacı bir tavır sergiledi, hareketin işçilere ve kent yoksullarına dayandığını gizlemeye çalıştı. Ayaklanma bu görüşleri geride bıraksa da reformizm, oportünizm, küçük burjuva sosyalizmi bunu bir ayaklanma değil de “direniş” düzeyine indirerek yumuşatmak istedi. Fakat halkın öfke ve kararlılığını, militanlığını, uzlaşmacı değil devrimci bir çizgiye sahip olduğunu görmek ve ayaklanmayı devrimci muhtevası ile ortaya koymak gerekiyor.

Bununla birlikte hareketin daha ileriye, devrime gidebilmesi için, şüphesiz ki proletaryanın ona önderlik etmesi gerekiyor. Sendikaların ayaklanmaya katılmasıyla işçiler örgütlü olarak sokağa çıktı ve hareketin proleter yanı güçlendi fakat yine, sendikaların uzlaşmacı çizgilerini, daha ileri gitmeyi istemediklerini ve işçilerin önünde bir engel olduklarını da gördük.

Emekçi halkın bu yoz toplumdan usanmışlığını, baskı ve sömürünün sona ermesini ve özgür bir geleceğe sahip olmak istediğini gördük. Bu yüzden, bu ayaklanma bir devrimle sonuçlanmamış olsa da onu devrimin bir parçası olmak gerekiyor. Gezi Ayaklanmasının etkisi, şüphesiz ki yaşandığı anla sınırlı değil. Mücadele ilerledikçe ve yeni ayaklanmalar yaşandıkça etkisi devam edecek. Yeni isyan ve ayaklanmalarda komünler, forumlar yeniden oluşturulacak. Gezi’de sokağı ilk kez deneyimlemiş olanlar, artık bilinç düzeyleri daha yüksek ve daha hazırlıklı biçimde sokaklarda olacak. Yine gençlik de tüm coşkusu, inancı ve yaratıcığı ile hareketin temel güçlerinden biri olacak.

Halkın özgürlük istemiyle burjuvazinin sınıf çıkarları uzlaşmaz bir çatışma içinde ve kapitalizmin krizlerinin bu denli derinleştiği bir dönemde, çürüme ve çöküş sürecinde olan emperyalist kapitalist sistemin yarattığı bu karanlıkta elbette sezgiler daha da keskinleşecek, yine ufak bir kıvılcım bir volkana dönüşebilecektir. Ekonomik ilişkilerin dünya ölçüsünde bu denli iç içe geçmiş ve birbirine bağlanmış olduğu bir evrede, yeni Gezi’ler, küresel çapta yankı uyandıracak sonuçlara gidebilir ve gitmelidir de.

Gezi Parkı yıkılmadı belki, ama bugün sermaye rant uğruna doğayı talan etmeye devam ediyor. Bu yüzden sermayenin karına kar katmak için emekçileri her geçen gün daha fazla açlığa, sefalete ölüme sürüklediği, doğayı, hayvanları, tüm yaşamı yıkıma sürüklediği bu kadar somut bir gerçeklik kazanmışken, kapitalizmin krizleri ve yoz toplumu içinde artık insanca yaşamanın mümkün olmadığı bu kadar açıkken, burjuvaziyle uzlaşmacı tüm görüşleri elimizin tersiyle iterek burjuvaziyi tam hedefe oturtmalıyız.

Doğanın yıkımını önlemenin yolu da kapitalizmi yıkmaktan geçiyor!

İstanbul’dan Bir DÖB’lü