Bu yazımızın konusunu çok geniş kesimler tarafından dile getirilen, birçok sosyalist örgüt tarafından politik şiar olarak kabul edilen adalet kampanyalarına ve özelde adalet kavramına ayıralım istedik. Adalet kavramının tarihsel, ideolojik ve farklı yönlerinden güncel örnekler üzerinden incelenişini bu yazımızda sizlere sunacağız. Başlayalım...

Sınıflı toplumlar, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki tahakkümü üzerinden şekillenir. Egemen olan sınıf, ekonomik gücü elinde bulunduran sınıf olarak, toplum yapısına dair diğer tüm ilişkileri de belirler. Bu nedenle düşünsel (ideolojik) anlamda da o topluma egemendir ve genel olan düşünceler de egemen sınıf tarafından belirlenir. Yani bir toplumda hakim olan düşünce egemen olan sınıfın düşüncesidir.

Sınıflı toplum tarihi boyunca üretim ilişkileri ve bunun sonucunda oluşan mülkiyet ilişkilerine dayalı toplumsal ilişkiler belirli bir hukuk tarafından düzenlenir. Bu hukuk ise köleci, feodal ve kapitalist sınıflı toplumlarda egemen olan sınıfların çıkarları doğrultusunda şekillenir. Aynı zamanda egemen sınıfın devleti ve hukuku sınıflar arasında süren mücadeleyi egemen sınıf yararına biçimlendirir. Hukuk sistemleri "tarafsız" ya da "doğal" olarak kabul edilse de bu kavrayış eksik olmanın yanısıra gerçeği yansıtmamaktadır. Bu açıdan adalet kavramı, egemen sınıfın kendi istek ve arzularını, tahakküm altına aldığı toplumun tüm kesimlerine dayattığı bir ortamda taraflıdır.

Kapitalist üretim ilişkilerinde devlet aracılığıyla sermaye sınıfı yasalar, kanunlar, hukuksal düzenlemeler eliyle işçi sınıfını ve emekçileri bu yasalara uymaya zorlar. Marx Kapital’in 3. cildinde bu durumu şu şekilde ifade etmiştir: “Burada, Gilbart’ın yaptığı gibi, doğal adaletten söz etmek saçmadır. Üretimi yürütenlerin arasında geçen işlemlerin adaleti bunların, üretim ilişkilerinin doğal (sonuçları olarak ortaya çıktıkları) olgusuna dayanır. Bu ekonomik işlemlerin, ilgili tarafların irade hareketleri olarak, kendi ortak iradelerinin ifadeleri olarak ve bir üçüncü tarafa karşı yasa zoruyla kabul ettirilebilir sözleşmeler olarak göründükleri hukuki biçimler, sırf biçimler olarak, bu içeriği belirleyemezler. Bunlar onu yalnızca ifade ederler. Bu içerik üretim tarzına tekabül ettiği, ona uygun düştüğü yerde adaletlidir. Bu biçimle çeliştiği yerde adaletsizdir. Kapitalist üretim temeli üzerinde kölelik adaletsizdir; tıpkı, metaların kalitesine hile karıştırmanın adaletsiz olduğu gibi.”  Görülebileceği gibi burada Marx, adaletin üretim ilişkileri ve buna uygun üretim tarzına uygun ve uyumlu olduğu noktalarda adaletin kendisinden bahsedilebileceğini belirtmiştir. Yani adaletin bu anlamda sınıflı toplumların bir ürünü olduğu ve bu yönüyle tarihsel bir olgu olduğu söylenebilir. Bu anlamda toplumsal yapının sınırları tarafından adaletin sınırları da belirlenmiş olur.

Tekrar Marx ve Engels’e dönecek olursak, “Hak, hiçbir zaman, toplumun ekeonomik yapısının ve ona tekabül eden kültürel gelişmesinin üstüne çıkamaz” ifadesi ile “hak” kavramımını sınırlarını da belirtmektedirler. Bu nedenle tıpkı hak kavramı gibi adalet kavramının da içinde bulunduğu toplumun üretim ilişkileri ile sınırlı olduğu için sınıflarüstü bir adaletten söz etmenin mümkün olmadığı açıktır. Hak ve adaleti ele alırken tıpkı demokrasi sorununda olduğu gibi hangi sınıf için sorusunu sormak gerekir.

Marksizm adalet kavramına yaklaşımı gayet açık ve netken birçok sol-sosyalist çevrenin özellikle öne çıkardığı adalet kavramına yaklaşımlarının nasıl olduğuna birlikte bakalım. Günümüz toplumsal mücadelelerinde (kadın örgütlenmeleri, katliamlar, devletin baskısına uğrayan kesimler...) birçok siyasetin ve gençlik örgütünün ağzına pelesenk olmuş adalet kavramını güncel örnekler üzerinden inceleyecek olursak çok geniş bir reformist kesimin adalet kavramını temel şiarları haline getirdiğini görebiliyoruz. Örneğin erkek veya devlet şiddetine uğrayan kadınlar için kadın örgütlerinin çözüm olarak sunduğu “Katledilen Kadınlar İçin Adalet”, “Şule Çet İçin Adalet Herkes İçin Adalet”, “Rabia Naz İçin Adalet, Herkes İçin Adalet” ya da yakından bildiğimiz ve hepimizin öfkeyle ve acıyla belleklerimizde yer edinen Suruç katliamında ölümsüzleşen tüm devrimcilerin ardından söylenen ve şiar haline getirilen “Suruç İçin Adalet, Herkes İçin Adalet”  talepleri örnek verilebilir.

Bu yazıyı okuyan siz okuyucularımıza sormak istiyoruz. Örneğin Şule Çet’in veya Feray’ın katillerine ağırlaştırılmış müebbbet verseler bile Şule, Feray bir daha yanımızda, aramızda olacak mı? Katledilen tüm kadınlar tekrar geri gelebilecek mi? Elbetteki katledilen tüm kadınların veya devrimcilerin ardından verilen mücadeleler çok önemlidir fakat bu mücadelede şiar olarak kullanılan söylemler, kalıcı bir çözüm olmaktan uzaktır. Esas ve elzem olan kadınların katledilmesinden önce kadın özgürlük mücadelesini birlikte büyütmektir. Çünkü katillere verilen cezalar ne katledilen kadınları geri getirebilir ne de yeni katliamların önüne geçebilir.

Yine bizim de takip ettiğimiz bir dava olan Fatma Şengül’ün katiline haksız tahrik indirimi verilerek cezası 18 yıla düşürüldü. Bu haksız tahrik indirimleri, kravat, iyi hal indirimleri Fatma Şengül’ün davasında olduğu gibi birçok davada da verilmektedir. Yani hal böyleyken katile ağırlaştırılmış müebbet verilse bile bir adaletten bahsetmenin söz konusu olmayacağını söylememiz gerekiyor. Tam da bu noktada toplumun tüm kesimcilerince kabul edilen ortak bir adalet anlayışından bahsetmemiz oldukça zordur.

Marksizmin de genel bir adalet anlayışı olmadığını belirtmek gerekmektedir. Adalet tarihsel bir olgu olmakla birlikte, aynı zamanda ideolojik bir kavramdır da. İdeolojik bir kavram olduğunu Engels, Konut Sorunu kitabında şöyle ifade etmiştir: “Ve her zaman için bu adalet, bazan tutucu, bazan devrimci açıdan mevcut ekonomik ilişkilerin ideolojileştirilmiş, yüceltilmiş ifadesinden başka bir şey olmamıştır.” Bir toplumun içinde bulunduğu koşulları adalet kavramıyla açıklamak doğru olamaz, aksine adaleti, toplumun içinde bulunduğu koşullara bakarak değerlendirmek esastır.

Yinelemekte fayda olduğunu düşünerek şunu belirtmek gerekiyor; nasıl ki egemen olan sınıfın düşünceleri tüm topluma egemen kılınmaya çalışıyorsa, bu düzenin, yani bugünkü kapitalist toplumun adaletini tesis eden anlayış, egemen olan burjuva sınıfın adalet anlayışıdır ve burjuvazi tarafından kendi egemen sınıfı yararına tesis edilmiştir.

Yaptığımız belirleme aynı zamanda Suruç veya diğer katliamlar için de geçerlidir. Faşist devletin yağtığı, mücadelenin önüne geçmek için IŞİD ile planlanan böyle bir saldırı sonucundan katledilen devrimci gençler için adaleti faşist devlet aygıtının mahkemelerinden talep etmek doğru değildir.

Faşizmin egemen olduğu yaşadığımız topraklarda hareket halindeki ilerici ve devrimci güçlere yönelik katliam yapmaktan, baskı uygulamaktan imtina etmeyen sermaye sınıfı, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda hukuk ve yasaları eğip bükebilir. Gerektiğinde, hatta çoğu zaman kendi belirlediği burjuva hukuk kurallarına, anayasasına uymaz. Örneğin iş hukukuna göre işçilerin iş akitlerinin sebepsiz ve haksız bir nedenle fesh edilmesimümkün değilken, sermaye sınıfı istediği sonucu elde etmek için birçok hukuk dışı yola başvurmaktadır. Hukuk sermaye sınıfının elinde eğilip bükülebilen bir araç olduğuna göre, devrimci güçlerin günlük politik ajitasyon ve politik şiarlarını adalet talebi üzerinden şekillendirmesi burjuva düzenin sınırlarını aşmayacak bir ideolojik anlayışın ötesine geçemez.

Devrimciler, soyalistler günlük çalışmalarından tutalım da kadın mücadelesine, gençlik hareketine, sınıf hareketine kadar hangi alanda çalışma yürütüyorsa “Hangi sınıfın demokrasisi ve hangi sınıfın adaleti” sorusunu sorup, meseleye öyle yaklaşmalıdır. Bizler “adalet mücadelesini” kampanyalar biçiminde örgütlemeye odaklanmaktan ziyade, bulunduğumuz tüm alanlarda sorunlarımızın sermaye sınıfının egemenliğinden kaynakladığını bıkmadan, usanmadan anlatmalıyız, tüm teşhir çalışmalarımızı sorunlarımızın asıl kaynağı olan düzenin kendisine yöneltmeliyiz. Burjuvazinin mahkemelerinden muğlak adalet talepleriyle değil, dişe diş devrimci mücadele ile devrim ve sosyalizm mücadelesini yükseltmeye odaklanmalıyız.

ROZA