Boris Suçkov, Gerçekçiliğin Tarihi adlı kitabında, roman karakterleri nasıl ele alınmalıdır sorusuna şu cevabı verir: “Sosyalist gerçekçilik, karaktere, her şeyden önce çok çeşitli toplumsal etkilerin şekillenmesine yardım ettiği bireysel bir fenomen olarak bakar. Bu bakımdan sosyalist gerçekçilik, eleştirel gerçeklikte görülen karakter kavramını miras olarak alıp geliştirir. Ne var ki tam bu noktada bu iki yöntem arasındaki benzerlik kesilir, çünkü sosyalist gerçekçilik, kahramanın karakterindeki toplumsal yanı algılar ve açığa koyar ki; burada, bireyin, hayatın dönüşüme uğratılmasıyla, hayatın tarihsel hareketi ve değişmesiyle, insan ruhundaki tutku, çıkar ve eğilimlerin mücadelesini önceden belirleyen ve koşullandıran etkenlerle ve insanın yaşadığı çağın toplumsal mücadele ve çalışmalarıyla olan bağıntısı yatar. Sosyalist gerçekçi yazarın, karakterdeki toplumsal olanı, kendi manevi gelişmesinin temel bir etkeni olarak görmesini sağlar. Sosyalist gerçekçi edebiyat, karakterlere büyük bir çoğunluk ve değişkenlik getirmiştir; çünkü sosyalist gerçekçi edebiyat, yeni toplumsal ilişkilerin kurulması karmaşık sürecini ve kitlelerin yeni toplumsal bilincini yansıtabilmiştir. Sosyalist gerçekçi edebiyat, birey ile toplum arasındaki eleştirel gerçekçiliğin yapmış olduğundan çok daha karmaşık ilişkilerin bir çözümünü ve araştırılışını temsil eder.”
Toplumcu gerçekçilikte kahraman ülküleştirilmez, o içinde bulunduğu toplumsal koşullar ve ilişkiler içinde ele alınır. Ve bu kahraman verili koşullar ve ilişkileri kendi gelişimi yönünde değiştirmek için savaşır. Bu kahraman ideal, kusursuz bir karakter olarak ortaya çıkmaz, o iç çatışmaları, zaafları ile birlikte verilir ki kahramanın gelişim sürecini okuyucu görebilsin, bu özelliklerin insanüstü özellikler değil, zamanla gelişen, şekillenen özellikler olduğunu kendinin de kahraman olabileceğini hissettirir. Bakın Nazım ne diyor: “Sosyalist gerçekçi sanatçı, yaşamının sonuna kadar arayış içinde olacaktır. Bu arayış sürecinde o, her somut içeriğe en uygun biçimi bulmaya, bireyselliğini koruyarak başkalarını taklit ve tekrar etmemeye çaba gösterecektir.”
Brecht’e göre ise toplumcu gerçekçilik, toplumun nedensel karmaşalarını açığa çıkarmak, egemen bakış açıları şeklinde ortaya koymak, yenilmesi gerekli güçlüklere karşı çözümler getirebilecek, insandan yana bir toplumu oluşturabilecek bir sınıfın açısından sorunlara bakmak, gelişmenin etmenlerini vurgulamak, somutu ve soyutlamayı olabilirleştirmek.
Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi toplumcu gerçekçilik ya da sosyalist gerçekçilik, insana, olaylara ve olgulara hangi pencereden baktığımızla ilgili bir sorundur. Yoksa sınırları belirlenmiş bir yazış, sunuş, sahneye koyuş biçimi değildir.
Kısaca toplumcu gerçekçilik 20. yüzyılda, gerçekçiliğin Marksist yorumuyla geliştirilen bir sanat kuramıdır. Toplumcu gerçekçilik 1930’lu yıllarda ortaya çıkmış ve ana ilkeleri 1934 yılında Sovyet Yazarlar Birliği’nin Birinci Kongresinde saptanmıştır. Peki, toplumcu gerçekçilik mi, sosyalist gerçekçilik mi? Yukarda toplumcu gerçekçilik dedik, Boris Suçkov’un alıntısında ise sosyalist gerçekçilik olarak kullanılıyor. Bu farklı kullanımın özel bir nedeni var mıdır? Bu iki kavram bir ve aynı şey midir? Kimilerinin iddia ettiği gibi, sosyalist gerçekçilik deyip komünist olmakla suçlanmak kaygısından dolayı toplumcu gerçekçilik seçilmemiştir. Sosyalist kelimesinin sözlükteki karşılığı toplumculuktur. Bu anlamıyla sosyalist gerçekçilik ile toplumcu gerçekçilik bir ve aynı şeylerdir. İşçi sınıfının sanat anlayışı toplumcu gerçekçi yani sosyalist gerçekçi sanat anlayışıdır. Sanat alanında verilen mücadele sınıf savaşımının bir alanıdır. Bu alanda mücadele veren sosyalist sanatçıların burjuva sanata karşı elindeki silah toplumcu gerçekçi sanat anlayışıdır.
ÖNSÖZ, 12. Sayı, Güz ‘08