Nereden çıktı şimdi bu soru, diye soranlar olacaktır. Öncelikle bu soruya bir açıklık getirerek başlayalım konumuza. Önsöz sayfalarında sık sık karşılaştığınız iki kavram. Yazarlarımızın kimisi toplumcu dedi, kimisi sosyalist dedi. Sanat üzerine yazılmış birçok araştırma kitabında da bu iki farklı kullanıma rastlamışsınızdır. Doğal olarak okurlarımız bu farklılığın nedenini anlamak istedi. Bu adlandırma sanat anlayışlarının farklılığından mı kaynaklanıyor, diye soranlar oldu. Bizde bu karışıklığı ortadan kaldırmak için konferansta bu sorulara cevap verelim dedik.
Nasıl ki insanlık tarihi çeşitli tarihsel evrelerden geçerek bugüne gelmişse, sanatta kendi içinde bu tarihsel evrelere uygun düşen değişimler yaşamıştır. Bu anlamda gerçekçiliğin tarihine bakacak olursak görürüz ki gerçekçi sanat akımı kendi içinde üç değişik evreden geçmiştir; gerçekçilik, eleştirel gerçekçilik, toplumcu gerçekçilik.
Gerçekçilik sanatçının hayata, doğaya ve toplumsal gerçekliğe yönelik yaklaşımıdır. Gerçekçi yazarlar, halkın sömürüden ve baskıdan kurtulmasına duyulan özlemi dile getirmişlerdir. Hayata, doğaya ve toplumsal yaşama gerçekçi bir pencereden bakan eserler ve sanatçılar, ilk dönemde içinde bulundukları koşulları yansıtmışlardır. Sınıfsal çelişkilerin keskinleşmesiyle sanat, kendini eleştirel bir konuma taşımış ve içinde bulunduğu çağın, kapitalizmin kötülüklerine eleştirel bakabilmiştir. Ne zaman ki sınıfsız bir topluma geçiş olanakları olmuş ve sosyalizm bir sistem olarak var olmuş, işte o zaman toplumcu gerçekçi sanat anlayışı gelişmiştir.
Peki, nedir toplumcu gerçekçilik?
Toplumcu gerçekçilik gerçekçilikte yeni bir aşamadır. Bu yalnızca kurulu toplumsal düzenin çarpıklıklarını, yozlaşmışlıklarını, eşitsizliğini yansıtmayı değil, bunlara yol açan düzeni değiştirmeyi de amaçlayan bir sanat anlayışıdır.
Toplumcu gerçekçilik kapitalist sistemde yaşanan çatışmayı ve bu çatışmanın insan üzerindeki etkilerini yansıtır. Gorki’nin romanlarındaki insanlarına baktığımızda onlarda hep bu çatışmayı görürüz. Kapitalist sistemin tüm sömürüsüne karşın insanın kendini, çevresini değiştirebileceği vurgusu her zaman için ön plandadır. Buradan şu anlaşılmasın, toplumcu gerçekçilik, ideolojik boyutun ağır basması, güzel ve sanatsal yönlerin arka plana atılması demek değildir. Tam tersine, ideolojik ilkelerle güzel-duyusal ilkelerin ayrılmaz bir biçimde bir arada olmasıdır. Yaşamı, zenginlikleri içinde canlı ele almayı amaçlayan toplumcu gerçekçilik asla şematizme ve şablonculuğa düşmez.
İnsanı ele alırken de aynı bakış açısı ona yol gösterir. Çünkü insan ancak içinde bulunduğu toplumsal çevrenin bir ürünüdür ve onunla birlikte düşünen, tasarlayan, değişen bir varlıktır.
Toplumcu gerçekçilikle romana, oyuna, öyküye, sinemaya kitleler girer. Buna en iyi örnek Şolohov’un eserleridir. Şolohov eserlerinde sosyalist sisteme geçişin sancılarını gerçekçi bir bakış açısıyla ele alır. Yığınlar idealize edilmeden, yeni bir sisteme geçişte gösterdikleri tüm tepkileriyle birlikte ele alınır ve zaman içinde nasıl biçimlendiklerini gösterir bize.