1992-1996 Yılları
-Afganistan üzerine 2008 yılında yapılmaya başlanan geniş bir çalışmanın bir bölümüdür-
BM'de yapılan anlaşma gereğince Sovyetler Birliği Afganistan topraklarındaki son askerlerini 89 Şubatı'nda geri çekti. Aynı anlaşma gereğince başta ABD olmak üzere diğer devletlerin de Afganistan'ın iç işlerine karışmamaları gerekirken, tam tersine “mücahit”lere silah, eğitim, para vs. yardımları artarak devam etti. Demokratik Halk Partisinin devamı olan Vatan Partisi iktidarı, bu karşı-devrimci güçlere karşı Sovyet desteğinden mahrum kalmasına rağmen üç yıl ayakta kaldı.
Vatan Partisi iktidarına karşı savaşan asıl olarak iki güç vardı, Birincisi: Pakistan topraklarında oluşturulan “Devrim Konseyi”; ikincisi İran'la sıkı ilişkilere sahip Cemiyet-i İslami Grubu. Devrim Konseyini 6 parti oluşturmuştu, ancak konseydeki asıl güç, Hizb-i İslami Partisi’nin elindeydi. Bu partinin liderliğini Necmettin Erbakan'ın yakın dostu olarak da tanıdığımız Gülbeddin Hikmetyar yapmaktaydı. ABD, Suudi Arabistan ve Pakistan tüm desteklerini ve gücünü Hikmetyar'ın iktidara gelmesi için harcıyordu. ABD ve İran'ın ilişkilerinin gergin olması nedeniyle oluşturulan “Devrim Konseyi”ne ılmlı islamcı olarak adlandırılan Cemiyet-i İslami örgütü alınmamıştı. Cemiyet-i İslami'nin lideri İlahiyat Profesörü Burhaneddin Rabbani, askeri gücünün komutanı ise Ahmed Şah Mesud idi. Şah Mesud'un ordusu Devrim Konseyi'nin silahlı güçlerine kıyasla daha güçlü eğitimli ve donanımlıydı.
Başkent Kabil bu iki güç tarafından kuşatılmıştı. 15 Nisan 1992'de Kabil'in yakınlarında bulunan ülkenin en önemli askeri üssü Şah Mesud'un birlikleri tarafından ele geçirilince, Şah Mesud, Vatan Partisi yöneticilerine Kabil Hükümeti'ne çağrıda bulunup kan dökülmeden Kabil'i kendilerine teslim etmelerini istedi. Vatan Partisi zor durumdaydı. Ülkenin önemli komutanlarından olan Özbek General Raşit Dostum, 80 bin kişilik askeri gücüyle birlikte Tacik komutan Şah Mesud'un ordusuna katılmıştı. Böylesi bir silahlı güçten yoksun kalan hükümet, Kabil'i bırakma kararı aldı. (Bu kararın ardından İçişleri Bakanı intihar etti. Devlet Başkanı Necibullah ise Pakistan'a sığınma talebi kabul edilmeyince BM'nin Kabil'deki binasına sığındı ve orada 4 yıl kaldı.)
Kabil'in teslim kararıyla birlikte Necibullah Hükümeti'nin son kalesi de düşmüş oldu. Böylesi büyük bir zafer kazanmış olan Ahmed Şah Mesud, 25 Nisan 1992'de Kabil'de “Devrim Konseyi” ile oturdukları anlaşma masasında ağırlığını Rabbani'den yana koymasıyla, yeni iktidarın önemli koltuklarının Rabbani'nin partisi Cemiyet-i İslami'nin eline geçmesini sağlamıştır. 23 Nisan 1992'de geçici hükümetin kurulduğu açıklandı. Hükümetin başına yeni hükümet kurulana kadar (yani iki aylık bir süre için) “Devrim Konseyi”nin içinde yer alan 6 örgütün en küçük grubunun lideri Sibgatullah Müceddi getirildi ve şeriat yasalarının yürürlüğe konduğu açıklandı. Şah Mesud Kabil'in emniyet müdürlüğüne getirildi. Savaş sırasında haşhaş ekimi yaygınlaştırılmış, pek çok fabrika kullanılmaz duruma getirilmiş, Vatan Partisi üyeleri ve taraftarları, gizli polis örgütü KHAD üyeleri yakalandıkları yerde vahşice katledilmişti. Ele geçirdikleri her kentte soygunlar yaparak, kadınlara tecavüz ederek (özellikle şeriata uygun olarak giyinmemiş kadınlara), sokak ortasında taşlatarak, “devrim vergisi” adı altında haşhaş ekimine zorlayarak iktidarını sağlamış olanlar, ülke yönetimine gelince de pek farklı davranmadı. Geçici hükümet, olagelen uygulamaları yasalaştırmaya başladı. Kadınları toplumsal hayattan uzaklaştırmak için yasalar çıkartıldı, oy hakları ellerinden alındı, KHAD ve Vatan Partisi resmi olarak kapatıldı, yasaklandı.
Geçici Hükümetin iki aylık ömrü dolunca elindeki askeri güç sayesinde Burhaneddin Rabbani devlet başkanı oldu. Kurulan yeni hükümette Gülbeddin Hikmetyar da başbakan olmuştu. Ahmed Şah Mesud Kabil Emniyet Müdürü olmasının yanı sıra, yeni hükümette de Savunma Bakanı görevi verilmişti.
Çok kısa bir süre sonra, Gülbeddin Hikmetyar yeni hükümette ikinci planda kalmayı kabul etmeyip hükümetten çekildi ve Rabbani'ye karşı savaş açtı. Rabbani'yi şeriat yasalarını gevşek uygulamakla itham edip savaşa girdi. Bir ay bile sürmeyen, 50 bin kişinin öldürüldüğü bu savaşın sonunda yapılan anlaşma ile iki yılın sonunda Devlet Başkanı Rabbani görevini Hikmetyar'a devredip Başbakan olacaktı.
Ülke yönetim kademesinde varılan anlaşma sonucu sağlanan sükunet ortamı kısa sürecekti. Yönetimin uzlaşması hiçbir zaman ezilen kesimle uzlaşma demek değildir, aksine yönetimdeki gerici burjuva güçler birleşerek, emekçi sınıfların iktidar mücadelesinin önüne geçmeyi hedefler. Sırf iktidarı emekçilere “kaptırmamak” için kendi aralarındaki çıkar çatışmalarını ötelerler. Ezilenler yine sefaletle, ölümle yüz yüzeydi ve üstüne üstlük kazanılmış olan toplumsal hakları da ellerinden alınıyordu. Kurulan şeriat devleti, halkın ekonomik ve sosyal yaşamının gelişimini engellemenin ötesinde geriletiyordu. Ezilen halklar baskı ve zor yöntemleriyle şeriat devletinin sınırları altında tutulmaya çalışılıyordu. Şeriat devleti, varlığını şiddet ortamı yaratarak devam ettirebiliyordu ancak.
Afganistan Şeriat Devleti'nin dış ülkelerle ilişkilerini yürütme biçimi de ülke içindeki yönetimden farklı değildi. Rabbani ve Hikmetyar “cihadı yayma” politikasında birleşiyordu. Tacik asıllı olan Devlet Başkanı Rabbani ve Savunma Bakanı Şah Mesud, Bağımsız Devletler Topluluğu'nun üye ülkesi Tacikistan'da iç karışıklıklar çıkarmak için ajanlarını gönderdi. Kısa bir süre sonra sınır illerinde çatışmalar başlamıştı. Ancak Rusya bu sorunu Afganistan-Tacikistan sınırına asker konuşlandırarak bertaraf etti. Afganistan sınırındaki BDT ülkeleri, ülkelerine sızma hareketlerinin önüne geçmek için Afganistan'ın kuzeyinde bulunan Raşid General Dostum'u müttefik olarak görüyorlardı.
Neden General Dostum? General Dostum bilindiği gibi Vatan Partisi iktidarının komutanlarındandı, ancak iktidarın son anlarında Necibullah Hükümetini yalnız bırakarak Ahmed Şah Mesud'un ordusuna katılmış ve 80 bin kişilik ordusunu Afganistan'ın kuzey bölgesine -Türkmen ve Özbeklerin yoğunluklu olduğu bölge- konuşlandırmıştı. Aynı zamanda General Dostum laikliğiyle tanınıyordu. Şeriat uygulamalarından kaçan aydınların kendi denetimindeki bölgeye sığınmaları ve bu bölgede şeriat yasalarını uygulamaması Rabbani-Hikmetyar hükümetiyle aralarında sorunlara neden oluyordu, sorun günden güne artmaktaydı. Şeriat yasalarından bunalan, açlık çeken halkın ilgi ve desteğiyle Dostum'un yükselen bir güç olması, özellikle Özbekistan, Türkmenistan ve Rusya tarafından desteklenmesine yol açmıştı. Bir diğer neden ise; General Dostum, gerici hükümetin “cihadı yayma” politikasının yanında yer almıyor oluşu, ülkenin kuzeyinde kurmayı planladığı federal devlet ile BDT'nin sınırında güvenilir bir güç olacağını göstermesidir. Kısaca Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan'a yönelik saldırılara engel olacağını kanıtlamasıdır.
Yönetimdeki sükunet kısa sürdü, Afganistan'da dengeler değişiyordu. Hükümetin ortağı olmasına rağmen Hikmetyar, Rabbani'nin artırdığı yetkileri ve askeri gücünü görüyor ve önlem alınması gerektiğini düşünüyordu. 1994 yılında Devlet Başkanlığı görevini Rabbani'ye devretmesiyle aralarındaki çatışmalar üst boyuta tırmanmıştı. Hikmetyar tek başına Rabbani'yi deviremeyeceğini bildiğinden Raşid Dostum'la anlaşma yaptı. Kabil'i tam ortadan ayıran nehrin kuzeyinde Başbakan Hikmetyar ile General Dostum'un güçleri, güneyinde ise Devlet Başkanı Rabbani ve Şah Mesud'un birlikleri, karşılıklı savaşa tutuştular. Kabil'de yaşayan halk iki ateş altında kalmıştı. Savaştan, savaşın yarattığı yıkımdan bunalmış, yorgun düşmüş yüz binlerce insan göç yollarına düşmüştü yeniden. Ancak bu kez Pakistan, sınır kapılarını bu mültecilere açmadı. Gidecek yerleri olmayan bu insanlar dağlara sığındı, kendilerine oralarda yaşam alanları oluşturdular. Toplumsal yaşamdaki çözülme ve yıkım hızla arttı.
General Dostum ve Gülbeddin Hikmetyar'ın aralarındaki ittifak Rabbani'nin iktidarını devirmeye yetmedi. Rabbani, Hikmetyar'dan boşalan başbakanlık koltuğuna kendisine yakın olan Ahmed Şah Ahmetzey'i yerleştirdi ve böylece Afganistan Şeriat Devleti'nin yönetimine tümden egemen olmuş oldu. Ülkede önemli bir ekonomik güce sahip olan toprak sahipleri Rabbani Hükümeti'ni destekliyordu. Nüfusunun sadece % 15'inin Şii olmasına rağmen İran yanlısı hükümeti -Rabbani Hükümeti'ni- destekleyenlere bakıp şaşırmamak lazım. Toprak sahipleri hükümetin izni ve desteğiyle haşhaş ekiyordu topraklarına, imalathanelerde işlenip eroine dönüşen bu haşhaşlar İran çeteleri tarafından pazarlanmaktaydı Avrupa'ya (İran, Irak ve Türkiye üzerinden geçerek). İran'la olan bu yakın ticaret ilişkisi siyasal ilişkiyi de beraberinde getiriyordu. İktidar savaşları İran'ın Afganistan yönetiminde söz sahibi olmasıyla sonuçlanmıştı, ancak bu durum da geçiciydi ve kısa sürecekti.
Gülbeddin Hikmetyar'ın yıllarca ABD, Suudi Arabistan ve Pakistan tarafından finanse edilen Hikmetyar'ın başarısızlığı, iktidara gelememesi ABD'yi sadece uyuşturucu pazarından değil, aynı zamanda 90'ların başında Hazar Denizi'nin çevresinde tespit edilen zengin doğalgaz rezervlerinin pazarlanmasının kontrolünden de yoksun bırakmıştı. Artık ABD'nin güçsüz düşen Hikmetyar üzerine oynamaktan başka bir yol izlemesi gerektiği açığa çıkmıştı.
Yeni plan 1994 yılında Pakistan tarafından yürürlüğe kondu. Desteklenecek yeni gücün adı “Taliban”dı. Sovyetlere karşı yürütülen savaşta da kendilerini ABD'ye ispatlamışlardı. Şimdi onlara yeniden ihtiyaç vardı. Güney Afganistan'da, Pakistan sınırında, İngiltere ve Pakistan ajanları tarafından eğitilip, yetiştirilmiş bu “öğrenciler”in yaşları 17 ile 25 arasında idi. Mülteci kamplarında dini eğitimin yanı sıra askeri eğitim de almışlardı. Liderliğini Molla Ömer'in yapmış olduğu, 25-30 bin kişilik bu savaşçı grup, Pakistan ajanlarının bulundukları Kandahar'dan “şeriat yolundan ayrılmış” olanları dize getirmek için Kabil'e doğru ilerlemeye başladı. Yolları üzerindeki kentleri ele geçirip yönetimleri kendilerine bağlayıp ilerliyorlardı. 27 Eylül 1996'da Kabil'e ulaştıklarında, Molla Ömer tarafından, Molla Muhammed Rabbani'nin başkanlığını yaptığı 6 kişilik “geçici hükümet” açıklandı.
Afganistan'daki iktidar savaşı “büyük güçler” arasındaki iktidar savaşıydı asıl olarak. Rusya, İran ve ABD'nin savaş alanıydı Afganistan. Görünürde Dostum, Rabbani, Hikmetyar ve Molla Ömer'in iktidar savaşıymış gibi olsa da, perde arkasındaki devletler bu savaşı yönlendiriyordu. ABD salt Rusya ve İran'ın etkinliğini kırmak ve Orta Asya'da kendi varlığını devam ettirmek için Taliban’ı kullanmıştı. Ancak Taliban ülkeyi nasıl yönetecekti? Salt dini ve askeri eğitim almış olan bu savaşkan grup ülkenin ekonomik ve siyasi yöneticiliğini nasıl kullanacak, ülkenin ekonomik ilişkilerini nasıl geliştirecekti. Rabbani Hükümeti'ni devirip iktidarı almasına rağmen Taliban “muhalifi” olan kesim, yine ülkenin kuzeyinde varlıklarını devam ettiriyordu. Rabbani ve Dostum yeniden yakınlaşmışlar ve Taliban'ın kuzeyi ele geçirmesinin önüne geçmişlerdi. İran ve Rusya, ABD'nin Taliban aracılığıyla Afganistan'da varlığını sağlamış olmasını kendilerine yönelik bir tehlike olarak görüyorlardı. Orta Asya'daki ABD'nin paralı askerlerinin varlığı bu bölgeyi çatışma, savaş alanına dönüştürmüştür.
1996 Taliban İktidarı
Molla Ömer önderliğindeki Taliban, iktidara dehşet, vahşet görüntüleri eşliğinde geldi. Pakistan Ordusu'nun çocuğu olan Taliban’ı ilk kutlayan doğal olarak Pakistan Hükümeti olmuştu. Benazir Butto, caddelerde kan oluk oluk akarken kadınlar evlerine hapsedilmiş, sokağa çıkamaz durumdayken, Vatan Partisi lideri Necibullah ve kardeşi BM binasından alınıp vahşice katledildikten sonra, meydandaki trafik direklerine asılmışken, gece sokağa çıkma yasağı sonrası caddelere çıkanlar ağaçlara, trafik yahut da elektrik direklerine asılmış yüzlerce insan cesetleriyle karşılarken, yeni yönetime, Taliban’a destek açıklaması yapıyordu. Ülkesinde “kadın haklarını savunan” Benazir Butto, bir kadın başbakan olarak, Taliban tarafından recm cezası uygulanan, tecavüz edilen binlerce kadının yaşadığı bu ülkeye desteklerini bildiriyordu! Şeriat yasalarının daha önceki hükümet tarafından hafif uygulandığını belirten ve uygulamaları acımasızca sertleştiren Taliban’’ı destekleyen ve öven açıklamalar Suudi Arabistan'dan da geliyordu. Suudi Arabistan yıllardır maddi, manevi olarak desteklemekle kalmamış, Suudi Krallığı'nın aile dostu Bin Ladin ailesinin 57 çocuğundan 17.’si olan Usame Bin Ladin'i de savaşı yönlendirmesi ve Suudi parasının kullanımını denetlemesi için göndermişti. Bu yüzden destek açıklamalarında şaşıracak bir şey yok.
Talibanın “zaferi” Suudilerin de “zaferi”ydi, bundan dolayı da ayakta alkış tutuluyordu.
Asıl şaşırtıcı gibi görünen ABD'nin önemli petrol şirketlerinden olan UNOCAL'ın açıklamalarıdır. Gizli kapaklı yürüyen ABD'nin Afganistan'daki savaştaki etkinliğini (ve de nedenini) açığa çıkartan gelişmelerden biridir. Taliban işbaşı yapar yapmaz, UNOCAL yetkilileri ülkedeki yeni yönetimden memnun kaldıklarını belirtip, birlikte ortak yatırımlar yapmak isteklerini açıklayarak büyük bir ekonomik anlaşmaya imza attılar. ABD petrol devi UNOCAL'ın Afganistan'daki yatırım alanlarına böylesi önem vermesinin nedeni, Hazar Denizi Havzasına yakınlığının sağladığı avantajla Orta Asya petrol ve doğalgazın Afganistan üzerinden Hint Okyanusu'na aktarılmasının, taşınmasının olanaklı oluşudur.
90'ların başında Hazar Denizi'nin çevresinde tespit edilen doğalgaz rezervleri Basra Havzası'nın ardından dünyanın ikinci büyük rezervini oluşturuyordu (Kazakistan, Azerbaycan ve Türkmenistan toprakları bu enerji yataklarına ev sahipliği yapmaktadır.). Bu topraklardan çıkarılan petrol ve doğalgazın Rusya üzerinden geçen boru hatlarıyla Avrupa'ya pazarlanması (ve pek tabi Asya ülkelerine pazarlanması) Rusya'nın doğal gaz fiyatlarını belirleyen bir güç olması ve Avrupa'nın giderek Rusya enerji kaynaklarına bağımlılığının artması ile sonuçlanıyordu. Bu döngü ancak yeni bir enerji koridoru oluşturulursa kırılabilirdi. Salt Rusya'nın egemenliğini kırmak değil, aynı zamanda yeni bir enerji koridorunu oluşturacak olan şirkete büyük karları da beraberinde getirecekti. UNOCAL enerji pastasından kocaman bir dilim koparmak için hazırlık yapmaktaydı. Taliban sayesinde ülkede kurulması planlanan merkezi hükümet enerji koridorunun güvenliğini sağlayabilirdi. UNOCAL'ın Talibana destek açıklamalarının nedeni bu yüzdendir. Ancak Taliban 4-5 yıllık iktidarı süresince ülke topraklarının güvenliğini sağlayamamıştır.
1996'da Kabil'i ele geçirip Kuzey ittifakını Kabil'in kuzeyine iten Molla Ömer'in komutası altındaki Taliban, ne kendi denetimindeki Afganistan topraklarının %85'inde çatışmalara, ayağa kalkışlara bir son verebilmiş ne de Kuzey ittifakı ile çatışmalara, savaşlara.
Taliban Yönetiminin Yaptıkları Yahut Yapamadıkları
Taliban’ın ne ülkenin yönetimi ve idaresi, ne dış ilişkiler, ne ekonomi... Hiçbir şey hakkında bilgileri yoktu. Onlar din ve askerlik dışındaki “dünya işleri”üzerine bilgiye sahip değillerdi. Molla Ömer Hükümeti'nin ülke yönetimindeki etkinliği sadece şeriat yasalarını kapitalist üretim sürecine geçmiş bir ülkede uygulamaya çalışmaktan ibaretti. Mollalar, din adamları hükümet koltuklarına oturmuş, her gün bir önceki günkü “fetva”larını yok sayan, yalanlayan “fetva”larla ülkeyi yönetmeye çalışıyorlardı. Halkın içinde bulunduğu durumla fetvalar örtüşmediğinden, bu uyumsuzluğu aşmak için yeni bir fetva yayınlanmak zorunda kalınıyordu. Yoksul ve ezilen halk için değil, kendi çıkarlarını ve egemenliklerini korumak için yeni fetvalar hazırlanıyordu. Önemli olan şeriat hükümleri değil, sadece ekonomik ve toplumsal egemenliklerini devam ettirmekti. Bir kaç örnek:
İktidara geldiği ilk günlerde uyuşturucu ticareti ve haşhaş ekimini yasaklamış olan Taliban, kısa bir süre sonra, uyuşturucu patronları gelirlerinin yüzde onunu önerdiklerinde, yasak kalktı bir fetva ile. O zaman için 500 milyon dolar olan uyuşturucu gelirinin yüzde onu yani 50 milyon dolar doğrudan hükümet kasasına akacaktı. Yasağın kalkması için oldukça geçerli bir sebep.
Bir başka örnek, Rabbani hükümeti tarafından (Taliban öncesi hükümet) oy hakları ellerinden alınan kadınlar, yeniden evlerine hapsedilmişti. Ancak savaş yüzünden pek çok ailede çalışacak durumda erkek kalmamıştı, ya ölmüşler yahut sakat kalmışlardı. Ailenin ekonomisinden büyük çoğunlukla kadınlar sorumluydu, ancak onların da çalışmaları yasaklanmış olduğundan evlerine gelir girmiyordu. İlk başta çalışmalarına evden çıkmamak koşuluyla izin verildi, doğal olarak sorun çözülmemişti. Toplum yaşamında pek çok iş kolunda kadınlar çoğunluğu oluşturduğundan, üretimde büyük çaplı aksamalar meydana gelmekteydi. Devlet memurlarının, doktorların, öğretmenlerin, mühendislerin çoğunluğunu kadınlar oluşturuyordu, fabrika işçileri kadınlardı, aynı şekilde toprak işçiliği de kadınların sırtındaydı. Ve evden çıkmadan maaşların ödenmesi toplumsal yaşamı, toplumsal üretimi aksatmaya devam ediyordu. Öyleyse yeni bir “fetva”ya ihtiyaç vardı ve fetva çıktı; kadınlar çalışabilirlerdi ancak burkaların yani kafesi andıran yüzlerindeki peçeler ve ayaklara kadar inen çarşafın altında, erkeklerin olmadığı çalışma alanlarında, aileden erkeklerin izni ve refakatiyle.
Başlangıçta radyo, televizyon, video, müzik insanları zevk-ü sefaya sürüklediğinden, şeriat kurallarını yerine getirmelerine engel olduğundan yasaklanmıştı. Evlerdeki antenler söküldü, videolar kırıldı, kasetler yol ortasında yakıldı, hatta trafik direklerine parçalanmış radyolar asıldı, düğünler basılarak çalgılar toplatıldı, yok edilmeye çalışıldı. Sonra din adamları radyolar aracılığıyla dini propaganda yapılabileceğini keşfedince, sadece kuran ayetlerinin okunması şartıyla radyo istasyonları yeniden faaliyete geçti ve yayınlarının dinlenmesine izin verildi.
Çocukların sokaklardaki oyunları, satranç vb. ev oyunları da dinden uzaklaşıldığı gerekçesiyle yasaklanmıştı. Yasaklara uymayanlar sokak ortasında kırbaçlanarak, dövülerek cezalandırılıyordu.
Bu kadar örnekten anlaşılacağı üzere, Taliban’ın tutarsız ve Afgan yoksul ve emekçi halkının yaşamıyla, kültürüyle uyuşmayan fetvalarının işlerliğe kavuşabilmesi için, her türlü zor araç ve yöntemlerinden faydalanmaktaydı. Taliban iktidarlarını devam ettirebilmek için her türlü zorbalığı, vahşeti gerçekleştiriyordu. Meydanlarda darağaçlarına dönüştürülmüş trafik direklerine sabaha karşı asılan insanlar, hırsızlık yaptığı için sokak ortasında elleri bileklerinden kesilenler, başka birini sevdiği için “recm” cezasına çarptırılan ve atılan koca koca taşlarla öldürülen kadınlar... Vahşet tüm insanlara seyrettiriliyor, günlük yaşamın sıradanlaşan ayrıntılarına dönüştürülmek isteniyordu.
Vahşetle insanların değişim için bir araya gelmelerini, dayanışma duygularını öldürmeyi hedefliyorlardı. Vahşetin yaratacağı korkuyla iktidarını pekiştirmek amaçlanmaktaydı. Düşünmeden, sorgulamadan her türlü yaptırıma boyun eğen insanların varlığının ilerde korkunç öfke patlamalarına neden olacağı, varlıkları bu kadar değersizleşmiş insanların, açlık ve yoksullukla “terbiye” edilmeye çalışılan ezilen halkların, büyük bir kararlılıkla toplumu, sistemi değiştirmek için ileri doğru adım atacakları aşikardır. Ama o güne kadar egemenler, sömürü sistemlerini devam ettirecek olmalarından dolayı, günü kurtarma, sonlarını geciktirme arayışıyla cinayet, hırsızlık, uyuşturucu, fuhuş, insan ve silah güçleri de destek alarak varlıklarını sürdürmeye çabalarlar. Ezilenleri dinle, afyonla ve vahşet görüntüleriyle uyuşturup sistemlerini devam ettirirler.
Taliban ülke içerisinde kargaşalığa son veremediği gibi, böyle bir amacı da yoktu. Varlık nedenini ve olanağını toplumdaki huzursuzluk ve çatışma ortamına borçlu olan Taliban bu durumu sorun olarak görmedi. Aksine ülke içerisindeki sorunlar komşu devletlere, özellikle de Müslüman nüfusun yoğun olduğu bölgelere taşındı. “Şeriatı yayma” adına “cihat” söylemleriyle dış ülkelerde Müslüman nüfus içerisinde barınmaya ve dini çatışmalar çıkartmaya çalıştılar. Tehdit ve şantajla satın alarak, sabotajlarla, kendilerine yakın tarikatlarla ilişkiye geçip onları kendi saflarına çekerek ve sonra da finansal destekte bulunarak o ülkelerde iç sorunlar çıkarıyordu. Taliban ve El-Kaide'nin iç karışıklık yaratması, etnik çatışmalar çıkarması ABD tarafından destekleniyordu. Çünkü ABD bu sayede o ülkelere ekonomik, siyasi ve askeri müdahalelerde bulunuyordu; askeri üsler açıyor, hatta üzerlerine bomba yağdırabiliyordu (Pakistan ve Sudan gibi). Aynı zamanda bu iç çatışmalar nedeniyle Tacikistan, Özbekistan, Çin gibi Asya ülkelerinin zarar görüyor oluşu ABD'nin çıkarına işleyen süreçtir. ABD'nin emperyalist çıkarları uğruna, Asya'ya yayılma düşleri nedeniyle milyarlarca insan açlıkla boğuşuyor, milyonlarcası savaşın yarattığı yıkım nedeniyle hastalıklarla, sakatlıkla ve ölümle yüz yüze kalıyordu.
96 yılında iktidar koltuğuna oturan, Taliban’ın başı Molla Ömer, siyasi aczi, devlet yönetimindeki başarısızlıkları olmasına karşın, mollaların başı olması nedeniyle “Tanrı katındaki mertebe” nedeniyle yoksullarda korku salarak iktidarda kalmaya devam etti. Molla Ömer'in en büyük yardımcısı Suudi sermayesini arkasına alarak Afganistan'ın Kandahar bölgesine yerleşen damadı Usame Bin Ladin'dir.
Usame Bin Ladin hem aile serveti hem de Suudi Krallığı'nın serveti ile Taliban’ın kontrolünde bulunan ülkenin %85'lik kesiminin idaresini de eline almıştı. Taliban komutanlarını, toprak sahiplerini, “savaş ağalarını”, iş adamlarını sermayesinin gücüyle ayakta tutuyordu. Kandahar'a 1997 yılında yerleşmesi sonucunda kendisini Afganistan'a kapatmış olmadı. Usame'nin liderliği altındaki El-Kaide, ülke dışında etkinliğini de devam ettiriyordu. Özellikle Mısır, Sudan, Somali ve Yemen'deki aşırı İslamcı gruplar Bin Ladin tarafından finanse ediliyor, Afganistan'daki El-Kaide kamplarında eğitimden geçirilerek askeri, teknik, dini ortak gündemli toplantılar yapılıp, kararlar alınıyordu. Sonra da ülkelerinde proleter ve komünistlere karşı savaşıyordu. 1998 yılında Khost'taki El-Kaide kampında düzenlenen toplantıda “Yahudilere ve Haçlılara karşı Uluslararası İslami Cephe” isimli “Manifesto” çıkardılar.
Khost'taki bu kamp bizzat CIA ajanlarının planları doğrultusunda Sovyet'lere karşı savaşta sıhhi ve askeri depo ve aynı zamanda askeri eğitim alanı şeklinde Usame Bin Ladin tarafından inşa ettirilmişti. ABD planı ve sermayesiyle yapılan Khost'taki bu kampta ABD karşıtı bir karar alınmış sonucu çıkartılmasın. Hayır, bilakis “Yahudiler ve Haçlılara Karşı Uluslararası Cephe” sadece proletaryanın kurtuluş mücadelesinin önünde engel yaratmak için kararlar alır. Sözlere değil pratiğe bakmak yeterli. Sözler yoksul ve ezilen kesimi uyutmaya, kandırmaya yöneliktir. Ancak pratik, sözlerin doğruluğuna ayna tutabilir.
Khost'taki bu toplantı sonrası Ağustos 1998'de ilk eylem gerçekleşti. Kenya ve Tanzanya'da bulunan iki Amerikan büyükelçiliği bombalandı. Patlayan bu bombalar sonrası ise Sudan ve Afganistan-Pakistan sınırına misilleme olarak ABD füzeleri yağdı. Sudan'a atılan akıllı füze ülkenin en büyük ilaç depo ve üretimi fabrikasına isabet etti ve ilaç stoklarının büyük bir bölümünün yok olması nedeniyle hastalıklar tedavi edilemediğinden, yüzlerce insanın ölümüne neden oldu. Afganistan-Pakistan sınırında yer alan El-Kaide ve Taliban kamplarına yönelik bombardıman sonrası ise kamplarda hasar meydana gelmedi. Birkaç füze “yanlışlıkla” Pakistan'a ulaştı, elektrik santraline ve medreselere zarar verdi! Afganistan'da ise yoksul dağ köylülerinin üzerine yağdı.
Ama asıl önemli sonuçlar şöyledir; Kenya ve Tanzanya'daki bombalamalar sonrası ABD Afrika'daki üslerini yenilemiş, takviye etmiş, asker sayısını arttırmıştır. Ayrıca Pakistan'ın atom bombası imal etme çabalarına yönelik bir uyarıda bulunmuştur, tehdit etmiştir. Bir diğer sonuç ise; Usame Bin Ladin Müslüman nüfus ve batılılar tarafından tanınan bir isim haline getirilmiş, yıldızı parlatılmıştır. CIA'ın güvendiği Usame Bin Ladin ismi “etnik çatışmaların” sınıf savaşımının önüne geçebilmesi için ve Müslüman kesimi bu güvendiği isim çerçevesinde denetimi altında tutmak için bilerek parlatılmıştır.
1994 yılında kırmızı bültenle aranmaya başlayan Usame Bin Ladin için 1998 Kasım'ında (Kenya ve Tanzanya'daki büyük elçilik bombalanması sonrası) başına 5 milyon dolar ödül konmuştur. Bu sayede Usame ABD karşıtları arasında kahramana dönüştürülmek istenmiştir. Gerçek anlamda ABD, hiçbir zaman Usame'yi aramamıştır. Eğer aramış olsaydı, Türkiye'de bile çok rahatlıkla ele geçirilebilirdi. 21 Eylül 2001 tarihli Cumhuriyet gazetesinin haberine göre iki kez Türkiye ziyareti yapmış Usame Bin Ladin. Hem sadece Türkiye değil, pek çok ülkeye heyetlerle beraber ziyaretlerde bulunmuştur. 5 milyar dolar yıllık gelire sahip Usame, 96 ve 98 yıllarında, Erbakan'ın başbakanlık yaptığı yıllarda iki kez Türkiye'ye gelmişti. Hem de kendi havacılık şirketine ait, kendi adını taşıyan özel uçağıyla Riyad'dan havalanıp gelmişti. Cumhuriyet gazetesinin edindiği bu bilgiden CIA'nın haberinin olmaması mümkün olabilir mi? CIA'nın Usame'yi yakalamamasının tek bir nedeni olabilir, ABD'nin çıkarları dahilinde hareket ediyor oluşu... Ki, 11 Eylül ve sonrasında yaşanılanlar bunun kanıtıdır.
ABD Emperyalizminin Yeni Arzuları
Taliban’ın Afganistan'daki İktidarının Sonu
Emperyalizm, SSCB'nin dağılması sonucunda eski Sovyetlerin etkin olduğu ülkeleri, Rusya'yı ve Doğu Avrupa ülkelerini kısaca ikinci paylaşım savaşı sonrasında kapitalist pazar ekonomisinden çıkan ülkeleri kendi pazarına dahil etmek; kendi sömürü alanları haline dönüştürmek istiyordu. İşe Doğu Avrupa ülkelerinden başlamıştı. Emperyalist-kapitalist ülkelerin yıllardır aşamadığı ekonomik kriz yapısaldı, sosyalist yönetim dağılmış olsa da sosyalist üretim sistemini içine alıp eritme olanağı yoktu. Bu yüzden parçalara ayırıp öyle sahip olmaya çalışıyordu. Çekoslovakya, Bulgaristan, Yugoslavya’da savaş gerekmişti. Pakistan'da eğitilip Afganistan'da savaşa sürülen “deneyimli” Taliban, bu bölgelerde “Ulusal Kurtuluş Ordusu”, “Özgürlük Savaşçıları” adı altında emperyalizmin ihtiyaçlarını karşılamak için savaşa dahil olmuşlardı.
Doğu Avrupa ülkelerinin kısmen de olsa kapitalist pazara dahil edilmesinin sarhoşluğuyla gözler Orta Asya ülkelerine çevrildi. Rusya'nın, ABD'nin başını çektiği emperyalist ülkelerin “kuşatma stratejilerini” görmemelerine imkan yoktu. Rusya geri düşüş sonrası IMF'den aldığı desteğin arkasından gelen ekonomik-siyasi yaptırımların kendisini çöküşe doğru sürüklediğini fark edip IMF'ye olan borçlarını ödeyerek IMF ile olan bağlarını kesip atmıştı. Emperyalizm, Rusya'yı kendi pazarına sermayesinin gücüyle dahil edilemeyeceğini anlamıştı. “Renkli devrimler”le de Rusya ve Orta Asya'nın ilhakını gerçekleştirememişti. Ülkeler içinde iç karışıklık çıkartma ve ülkenin ekonomisini çökertme girişimlerine devam etti. Ekonomik ve siyasi müdahalelerle Rusya'yı ve bölge ülkelerini denetimi altına almayacağını görmesi dolayısıyla, askeri yönlü adımlarını sürdürdü.
ABD'nin Asya'daki varlığını ve gelecek hedeflerini tehlikeye düşüren, Rusya ve Çin'in önemli bir bileşeni olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)'nün hızla büyümesinin önüne geçebilmek için salt bölgelerde iç iç karışıklık çıkarmak, üsler kurmak yeterli gelmiyordu. Asya'da oluşan ve kendi egemenliğini tehdit eden oluşumu yok edebilmek için Rusya ve Çin'in arasında bir kama gibi duran Afganistan topraklarındaki Taliban iktidarına son verip Amerikan ordusunun bölgeye yerleşmesi gerekiyordu.
Halen devam eden Çeçenya sorununun mimarı ABD ve İngiltere ittifakıdır. Hazar havzasından çıkarılan petrol ve doğalgazın ana boru hattı Çeçenya ve Dağıstan bölgelerinden geçerek Moskova'ya ulaşmakta ve oradan dağıtımı yapılmaktadır. Çeçenya ve Dağıstan bölgelerinde özellikle 94-95 yıllarından beridir Çeçen gerici militanları, gerilla yöntemleri kullanarak Rusya'ya karşı savaşıyor. Liderleri Şamil Basayev ve El-Hattab öncülüğünde bir grubun Pakistan ve Afganistan'daki CIA destekli kamplarda eğitim gördüğü herkesçe bilinen bir sırdır. Çeçenya'daki bu paramiliter örgüt, diğer ülkelerdeki tüm gerici güçlerin yaptıkları gibi uyuşturucu ve kadın ticaretinden, insan kaçakçılığına kadar her türlü yoz işlere buluşarak, dini maske altında çete faaliyetlerini sürdürmektedir.
Michel Chossudovsky 2001 Eylül tarihli makalesinde1 şöyle belirtmiştir bu durumu:
“Basayev'in örgütü narkotik, Rus petrol boru hatlarının delinerek petrol kaçırılması ve sabote edilmesi, insan kaçırma, fuhuş, kalpazanlık, nükleer madde kaçakçılığının yanı sıra, büyük çaplı kara para aklayıcılığı da dahil pek çok kirli işe karıştı, bu yasa dışı işlerden elde edilen gelirle paralı askerlerinin masrafları ve silah satın almak için gereken kaynaklar sağlandı.”
Bugün halen bu “örgüt” varlığını devam ettirmekte ve ABD'nin koruyucu şemsiyesi altında kontr-gerilla faaliyetlerini sürdürmektedir. Taliban’ın Afganistan'da iktidardan uzaklaştırılmış olmasına rağmen, Taliban’la aynı kamplarda eğitilen, aynı eğitimlerden geçmiş olan Basayev ve adamlarının ABD desteğiyle terörist eylemliliklerde bulunması bir tezat mıdır? Tabii ki değil. ABD'nin Afganistan'daki kısa vadeli hedefi Orta Asya'yı kontrolü ve denetimi altına almak, Basra Havzasından sonra ikinci büyük enerji rezervlerini kendi kontrolleri altında oluşturulacak boru hatlarıyla dağıtımı sağlayacak (Trans-Afgan boru hattı) ve bu sayede gelişen-gelişmekte olan ülkeleri kendine bağımlı kılmaktır. Molla Ömer iktidarıyla bu hedefleri gerçekleştiremeyeceği aşikardır.
20.yüzyılın son çeyreğinde emperyalist sistem içine girdiği kriz durumundan bir türlü çıkamamış ve çöküşe doğru hızla yol almaktaydı, sıçramalı çöküş sürecine girmişti. Neredeyse çeyrek yüzyılı kapsayan ekonomik krize geçici çareler bulan, ancak kısa bir aralık sonra tekrar su yüzüne çıkan, her defasında çok daha boyutlanmış, derinleşmiş olarak emperyalist sistemi tehdit eden bu kriz, emperyalist-kapitalist sistemi varlık-yokluk aşamasına getirdi.
Kapitalizmin ekonomik işleyiş yasaları, özel mülkiyetin bir sonucu olarak, sefaletin artması, üretici kitlelerin alım gücünün yok olması, dünya ölçeğinde kapitalist pazarın yıkımı, sermayenin merkezileşmesiyle el ele gider. Emperyalist ülkeler, ülke sınırlarını kaldırıp dünya topraklarını ve bu topraklardaki zenginlik kaynaklarını gasp edip, dünya emekçilerinin, proletaryasının yaratmış olduğu artı-değere el koyarak servetlerini büyütüyorlardı. Bu süreç, üretilen malların toplumsal üretimin meyvelerini alamayan dünya emekçi kitlelerinin sistem dışına sürüklenmesine yol açıyordu.
Yaşanılan ekonomik krizler nedeniyle milyonlarca işçi sokaklara atılarak, dünya işsizler ordusunun birer üyesi oldular. 2000 yılı BM verilerine göre dünyada 1 milyar işsiz bulunmakta. “ABD'li üç zenginin servetinin toplamı, en yoksul 48 ülkenin GSMH'sından daha fazla bulunuyor.”2 Küçük mülk sahipleri -hatta büyük şirketler- bir gecede servetlerini kaybedip proleter yığının arasına karışıyor... Sermayenin merkezileşmesi, yoksulluk ve açlığın küreselleşmesi emperyalist-kapitalist sistemin sonuçlarındadır. İşsiz kalan 1 milyar insan ve her geçen gün bu yığına eklenen milyonlarca işçi, yeniden çalışan konumuna dönemeyecek. Çünkü krizin yapısal olması, yeni iş alanlarının açılmasını pek mümkün kılmıyor. Ekonomik ve toplumsal yıkım geniş emekçi yığınlarda geçmiş deneyimlerini de kullanarak, kapitalizme karşı savaşın gerekliliğinin bilincini oluşturuyor, onları harekete geçiriyordu.
Yaşam hakları ellerinden alınan milyonlar, yaşam koşullarını değiştirebilmek için anti-kapitalist, anti-emperyalist eylemlere yöneldiler. ABD'nin sanayi merkezlerinden Seattle'da başlayan gösteriler (50 bin işçi bu eylemde yer almıştı) arka arkaya devam etti, Davos, Washington, Cenova... “Başka Bir Dünya Mümkün”, “Kapitalizm Öldürür, Kapitalizmi Öldürün” şiarları altında milyonlarca kişi, emperyalistlere kabus olmaktaydı. Anti-kapitalist eylemciler için hiçbir “sınır” kalmamış, dünya eylem alanı haline dönmüştü. Emperyalistler için bu ekonomik-politik ve toplumsal krizden kurtulmanın, dünya emekçi yığınlarının ayakları altında ezilmemenin tek yolu kalmıştı. Dünya proletaryasına, komünistlere, emekçi yığınlara karşı savaş.
Emperyalistler, egemenler, kime karşı ve niçin savaş açtıklarını açıklama yürekliliğine ve gücüne sahip değildirler. Savaşların asıl nedenleri hiçbir zaman açıklanmaz. Her daim “savunma” kılıfı içerisinde sunulur. Yoksul ve emekçi kesimi kendi burjuva çıkarlarının savunulması için aldatma yolu seçilir. Gerçekler ters yüz edilerek, sanki karşı taraf ülkenin bütününü yok etmeye girişmişçesine lanse edilir. Ve bu sayede de ülkede yaşayan geniş bir kesimi kendi yanına çekip, kendi çıkarları için savaştırmaya olanak yaratmış olur. ABD 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı'na girmek için Pearl Harbor'a Japon kamikazelerince atılan bombaları kullanmıştı... Vietnam Savaşı'nın resmen başlatıldığı tarihte ise (Ağustos 1964) Kuzey Vietnam gemilerinin Tonkin Körfezi'nde “rutin” bir görevde bulunan iki ABD gemisine ateş etmesi iddiasında bulunulmuştu. ABD basınına yansıyan bu haber sonrası Vietnam'a karşı savaş için Kongre'den “Tonkin Körfezi Kararı” onaylandı. Vietnam Savaşı'ndan yıllar sonra, yayınlanan haberin yalan olduğu ortaya çıktı. Ayrıca Kuzey Vietnam'a girmek için böyle bir Kongre kararının çıkarılması fikrinin olaydan üç ay önce Mayıs ayında konuşulduğu itiraf edildi. Yani eğer “savaş” kendini dayatmışsa, sebep yoksa da yaratılır!
ABD kendi yetiştirdiği, örgütlediği Taliban ve El-Kaide'yi yaklaşan “savaşta” kendi etkinliğini meşrulaştırmak için kullandı. Dünya proletaryasına karşı açtığı savaşın örtüsü olarak!.. 11 Eylül'de İkiz Kuleler’in dumanı tüterken Bush'un yaptığı açıklama şöyleydi: “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak... Teröre karşı sınırsız ve süresi olmayan bir savaş”! Bush (ABD) gerici güçlere karşı savaşıyormuş edası vererek, ilerici güçleri yanına çekmeye çalışıyor. Savaşımını “haklı” temellere dayandırmak için kendisini “savunma” konumundaymış gibi gösteriyor. Tekelci kapitalizmin yarattığı Hitler'in ardılları onun öğretilerini yaşama geçirmeye devam ediyor. “İnsan” diyor Hitler “doğuştan günahkardır, sadece zor yardımıyla yönetilebilir. İnsanla ilişkilerde her yöntem mübahtır. Eğer politika gerektiriyorsa yalan söylenmeli, ihanet edilmeli, hatta cinayet işlenmelidir”. Hitler'in ardılları savaş politikasının gerektirdiği her yaptılar, cinayetten öteye geçip katliamlar gerçekleştirdiler. İkiz Kuleler'de ölenler kanıtıdır.
11 Eylül
20.yüzyılın başlarında iki dönem ABD başkanlığı yapan (1901-1909) Thedore Rooswelt bir mektubunda şöyle yazıyordu. “Hemen her savaşı memnuniyetle karşılayabileceğimi söyleyebilirim, çünkü bu ülkenin bir savaşa ihtiyacı var”.
T. Rooswelt'ten yüz yıl sonra da bu gerçek değişmedi. ABD'nin yine bir savaşa ihtiyacı vardı. Bunun için ne gerekiyorsa yapılacaktı.
11 Eylül 2001'den bir sene evvel gerçekleşen ABD başkanlık seçimlerindeki şaibeler o günlerde çok tartışılmıştı. Bu seçimlerin sonucu olarak Clinton yönetimi son bulmuş; silah ve enerji tekellerine güven verici, IQ seviyesi mizah konusu olan oğul Bush başkanlık koltuğuna oturmuştu. Bush Hükümeti'nin kadrolarının her biri enerji, silah, kimya, uzay ve havacılık şirketlerinde önemli görevlerde bulunmuş kişilerden oluşmuştu. ABD tekelleri dünya pazarlarındaki gerilemeleri, ekonomideki resesyonu (gerileme ve durgunluk) siyasi alanlardaki gerilemeyi tersine çevirmek ve her şeyden önemlisi yükselen proleter devrim hareketlerini bastırabilmek için devlet yönetimine “ayar” yaparak yeniden düzenledi. Artık ABD'nin rakip emperyalist devletlere nazaran tek güçlü kalan silah ve savaş sanayisi dünya egemenliğini yeniden tesis edebilmek için hamleler yapabilecek hükümete de sahipti. Siyaset savaş ekonomisine tabi olmuştu. Ve ABD tekellerinin hazırlıkları, savaş hazırlıkları hızlandı....
Pentagon ve özellikle CIA çok daha önce alt yapısını hazırladıkları savaşa biçim vermeye başlamışlardı.
1962 tarihli açığa çıkarılmış “gizli” dökümanlardan yararlanarak yeni dünya savaşının nasıl oluşturulduğu anlaşılabilir.
“Miami Florida'nın diğer kentlerinde ve hatta Washington'da komünist bir terör kampanyasına girişmeliyiz. (...) Küba'daki Amerikan üssü, Guantanamo Körfezi’nde bir Birleşik Devletler gemisini havaya uçurabiliriz. Zaiyatın Birleşik Devletler gazetesinde yer alması, ulusal öfkenin bir destek dalgasına dönüşmesine yol açabilir.”3
Bu sözler 1962 tarihli bu dökümanda Küba'nın işgali için bir plan olarak bir tümgeneralin -Pentagon'da çalışan- Savunma Bakanlığı'na gönderdiği belgede yer alıyor. Bu alıntıdan da açıkça anlaşıldığı gibi, ABD “kendi” vatandaşlarını öldürmekte hiçbir tereddüt göstermemektedir. Hazırlanan bu planın yürürlüğe girmemesi bu gerçeği değiştirmiyor. ABD tarihinde (sınıf savaşları tarihinde de egemenlerin) bu türden komplolara bolca rastlamak mümkündür. Yıllar sonra 11 Eylül'ün belgeleri de açığa çıkaracaktır... İkiz Kuleler’in enkazı altında kalan 3.500 insanın hangi çıkarlara ve hangi yöntemler kullanılarak katledildiği aydınlatılacaktır. Ancak şimdiden elimizdeki bilgilerle ayrıntıya girilmese de, ABD'nin dünya emekçi halklarına açtığı savaşın ilk kurbanları olduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır.
Beklenmedik bir anda, beklenmedik bir yere yapıldığı iddia olan 11 Eylül saldırılarının üzerinden bir ay bile geçmeden ortaya çıkan gerçeklerle, 11 Eylül'den çok önce “bilinen ve beklenen” bir saldırı olduğu konuşulmaya başlandı. Saldırıyı gerçekleştirenlerin daha öncesinden Amerika'da uçak kullanma eğitimi aldıkları ortaya çıkanlar arasında. Ve aynı zamanda bir kısmının FBI ve CIA tarafından kayıtlı olduğu, takip edildiği de kamuoyuna duyuruldu. Kayıtlı bu kişilerin 11 Eylül’den kısa bir süre önce takibi durdurulmuş!
Gerçekleştirilecek saldırı bilinmesine rağmen, Amerika Havacılık Dairesi'nin almış olduğu karar ise takdire şayan. Temmuz ayına kadar pilotların silah taşımalarına olanak veren yasa Amerikan Havacılık Dairesi (FAA) tarafından iptal ettiriliyor. “Saldırıların uçaklarca gerçekleştirileceği bilinmiyor olabilir” diye düşünenler yanılıyor. Hayır biliniyor. Hatta sadece ABD'li yetkililerce değil, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin bile biliyor. Eylül ayı sonlarında Putin Amerikan NBC televizyonundaki programda, ABD'li yetkililerce edindiği bilgileri iletmesi için derhal ve kesin bir dille uyarılması için Rus Gizli İstihbarat servisine emir verdiğini açıkladı. Putin'nin iletmesini emrettiği bilgi, havaalanlarına, hükümet binalarına ve ABD'nin bazı binalarına sivil uçaklarla gerçekleştirilecek saldırının bilgisidir. Bu bilgi ABD yetkililerine verilmiş olmasına rağmen, güvenliği arttırıcı hiçbir önlem alınmayıp, aksine oldukça gevşetilen uygulamalar olmuştur.
Pentagon, CIA ve Beyaz saray ellerine geçen tüm bilgileri birbiriyle paylaşmışlardır. Tüm olanaklara rağmen “saldırının” önlenmemesi, görevlerini eksik yaptıklarıyla değil, bu saldırıları kendilerinin organize etmeleriyle açıklanabilir yalnızca.
94 yılından beri kırmızı bültenle aranan, 98 yılında başına ödül konan Amerikan uşağı Usame Bin Ladin'in 11 Eylül saldırılarından sorumluluğu alelacele ilan edildi, başına konan ödül arttırıldı. Bill Clinton “2001'in Temmuz’unda Usame'nin yakalanabileceğini” açıklamıştı Ekim ayında. Bu yorumunu temellendirdiği olay ise şöyledir: Usame kronik böbrek rahatsızlığından dolayı 4 Temmuz 2001'de Dubai Amerikan Hastanesindeki özel süitinde 10 gün kalıyor. Bu süre zarfında ise CIA bölge istasyon şefi tarafından özel süitinde ziyaret ediliyor. Görüşme kayıtları elimizde mevcut değil. Ancak tahmin edilir ki, sıradan bir 'hasta ziyareti' değildir bu durum. Bin Ladin 14 Temmuz’da özel uçağıyla ayrılıyor ve bir gün sonra CIA istasyon şefi Washington'a doğru yola çıkıyor. Clinton, Usame'nin yakalanma koşulunu olduğunu söylerken haklıdır, eksik alan şeyi biz tamamlayalım, Usame'ye CIA'in dünya proletaryasına karşı savaşın organizasyonu için ihtiyacı olduğundan, yakalanma koşulu olmasına karşın, tutuklanmamıştır.
İkiz Kuleler’e çarpan uçakların bağlı bulunduğu havayolu şirketleri, United Airlines ve Amerikan Airlines'in Newyork borsasında 6 Eylül tarihinden itibaren hisseleri yüksek fiyatlardan satılmaya başlanması ve bu olağan dışı satışların 11 Eylül arifesine kadar sürmüş olması (diğer haftalara nazaran %1200'e ulaşması) tesadüfi bir durum diye görmezden gelinemez. Bu şirketlerin saldırı sonrası doğacak zararlarını gidermeye dönük girişimdir yalnızca. Borsada işlem gören uçak şirketlerinin hisseleri yüksek fiyatlardan el değiştirmesinin ardındaki kişi, 11 Eylül'de CIA'in başında bulunan kişidir. Tesadüf olmadığı gün gibi açık.
ABD ve İngiltere ittifakının “gerçekleşecek terör eylemi” sonrası Asya'da yürüteceği savaşın hazırlıklarını yapması, komplo teorisinin tüm taşlarını yerine oturtur niteliktedir.
“1-10 Eylül günleri arasında İngiltere, Arap yarımadasının Pakistan'a yakın noktası olan Umman'a “Hasat Harekatı” çerçevesinde 25 bin askerini ve en büyük donanma filosunu konuşlandırdı. Aynı anda komandolarını taşıyan iki ABD gemisi, Arap gemisinde Pakistan sınırının hemen dışındaki bir bölgeye ulaştı. Yine aynı zamanda 'Parlak Yıldız Harekatı' için Mısır'da bulunan 23 bin NATO askerine, 17 bin ABD askeri daha katıldı. Tüm bu askeri güçler, ilk uçak Dünya Ticaret Merkezi'ne saldırmasından önce yerlerini aldılar.”44
Savaşa dahil edilecek ilk birlikler yerlerini aldıktan bir gün sonra 3500 kişi katledildi. Kendi tabirleriyle “ulusal öfkenin bir destek dalgasına dönüşmesi” için “zaiyat” abartılarak basına duyuruldu. Nereden ve nasıl meydana geleceği belli olmayan terör saldırılarının önüne geçebilmek adına “savaş körüklendi”. Basın tekellerinin sözcüleri, yazarları tek bir savaş bayrağı altında yer alınması için savaş muhabirliğine soyundular. “İntikam çığlıkları” atılmaya başlandı. Terör paniği sürekleştirilerek Beyaz Saray “terörizmle savaş”ın gerektirdiği tüm önlemleri birbir almaya başladı. Bu önlemlerin ilk sonucu ABD emekçilerinin kazanımlarından budanması olarak kendini gösterdi. Sivil özgürlükler rafa kaldırılmış, istihbarat servisleri “cadı avı” başlatmıştı. İç Güvenlik Bakanlığı kuruldu, onlarca yeni yasa çıkarıldı, sebep göstermeden gözaltına alınmalar yasalaştırıldı, gözaltı süreleri uzatıldı, göçmenlerin bir kısmı sınır dışı edildi, askeri mahkemeler kuruldu. Önlemler birbiri ardı sıra geldi...
5 Ekim tarihinde şarbonla tanıştı tüm dünya. Pentagon patentli şarbonlar mektup zarfı içinde çıkmaya başladı. Ve iki gün sonra Afganistan topraklarına bombalar yağmaya başladığında, ülke içinde farklı bir ses çıkmamasının koşulu oluşturuldu. Afganistan'da kimyasal silahlarıyla, kitle imha silahlarıyla katledilen insanların varlığı sorgulanmasın istendi. Afganistan bombalanırken, Amerika'da şarbon paniği devam etti. Ve sessiz sedasız şarbon gündemden düşürüldü. Zarflardan çıkan şarbonun Pentagon araştırma merkezlerinin birinde imal edildiği ve yine Amerikan sınırları içinde postaya verildiği ortaya çıkmıştı. Oysa günlerce şarbonlu mektupların kaynağı olarak Irak gösterilmiş, Irak'ın elinde bulunduğu iddia edilen kitle imha silahlarının Amerika'nın ülke güvenliğine tehdit oluşturduğu propaganda edilip, “Afganistan'dan sonra Irak” olarak gösterilmişti.
7 Ekim 2001 Afganistan
Sovyetler Birliği, her türlü yalıtılmışlığa rağmen Afgan halkıyla dayanışmasını sürdürdü. Afgan Demokratik Halk İktidarı ülkesini yozluklardan, yoksulluklardan, gericilik ve cehaletten kurtarmak, insanca yaşayabilecek koşulları sağlamak için mücadele ediyordu. Ve karşısına dünya gericiliğini almıştı. Başını ABD'nin çektiği Fransa, Japonya, İngiltere, Çin, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve daha pek çok ülkenin desteği ile hareket eden, İslam devleti kurma peşinde olan toprak ağaları, zengin mollalar ve eroin tacirleriyle savaşa tutuşmuştu.
Sovyetler Birliği, komşu devrimci hükümetin üzerinde oynanan oyunları boşa çıkarmak için, Afganistan hükümetinin çağrısı üzerine enternasyonal görevini yerine getirmek üzere asker yardımında bulunmuştu Afganistan'a. Ülkeden geri çekilmesinin tek koşulu vardı: tüm emperyalist gerici devletlerin elini Afganistan'dan çekmesi. Sovyetler Birliği’nin ısrarla altını çizmiş olduğu, askerlerinin Afganistan'a gelmesinin imzalanan anlaşmadan -Dostluk Anlaşması- kaynaklı haklı sebeplere dayandığına dair gerçekler dünya emekçi halklarından saklı kaldı.
James Petras Küreselleşme ve Direniş5 adlı kitabında o dönemki ihaneti şöyle özetler:
“Olaylar dizini batılı aydınların ihanetini anlamak için önemli bir bağlam sunuyor. Gerçek olaylar dizini olan Afganistan'da laik sol bir rejimin kurulması, ardından sivil halka karşı ABD destekli terörizm ve son olarak, saldırıya uğrayan müttefik ve komşunun daveti üzerine Sovyet müdahalesi, Washington propaganda makinası tarafından tamamen ters yüz edildi. ABD destekli ayaklanma ‘Sovyetlerin Afganistan'ı işgali’, yabancı köktenci paralı askerlerin müdahalesi 'Afgan Mücahit Kurtuluş Mücadelesi' olarak sunuldu.”
Carter'in ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski 15-21 Ocak 1998 tarihli, Fransa'da yayınlanan, Le Nonvel Objervatour dergisindeki röportajda şu bilgileri açıklıyor:
“Evet, resmi tarihe göre CIA'nın mücahitlere yardımı 1980'lerde başladı yani Sovyet ordusu 24 Aralık 1979'da Afganistan'ı işgal ettikten sonra. Ama şimdiye kadar titizlikle gizlenen gerçek ise bunun tam tersidir: Aslında başlarken Carter, Kabil'deki Sovyet yanlısı rejimin muhaliflerine gizli yardım yapılması için ilk emri 3 Temmuz 1979 yılında imzalamıştır. Aynı gün ben başkana bir not yazdım ve ona kanımca bu yardımın bir Sovyet askeri müdahalesine neden olacağını açıkladım.
-Bu tehlikeye rağmen gizli operasyonu desteklediniz. Ama belki siz de Sovyetlerin savaşa girmesini istiyordunuz ve bunu kışkırttınız, doğru mu?
Z.B- Tam değil. Rusları müdahaleye biz itmedik ama bilerek bu ihtimalin gerçekleşme şansını arttırdık.
-Sovyetler, Afganistan'a ABD'nin gizli müdahalesine karşı savaşma niyetinde olduklarını iddia ederek müdahalelerini haklı gösterirken, hiç kimse onlara inanmadı. Ama görülüyor ki, bunun gerçeklik zemini vardı. Bugün hiç pişmanlık duyuyor musunuz?
Z.B- Pişmanlık mı, ne için? Bu gizli operasyon mükemmel bir fikirdi. Plan Rusların Afgan kapanına çekilmesini sağladı, sizse bana pişmanlıktan bahsediyorsunuz. Sovyetlerin sınırı resmen geçtikleri gün Başkan Carter'a şunları yazdım: Şimdi SSCB'ye kendi Vietnam Savaşlarını yaşatma şansına sahibiz...”6
ABD yaşadığı kendi Vietnam sendromunu Sovyetler Birliği’ne yaşatmak istiyordu. Bunun için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdı. Sovyetler Birliği’nin Asya'daki egemenliğini, dünya emekçi halkları üzerindeki etkisini kırmak ve hatta Sovyetler Birliği’ni parçalayıp, sosyalist sistemi yok etmek istiyordu.
1 Cosmo Politik, Ekim 2001, Sayı 1
2 Radikal Gazetesi, 11 Kasım 2001
3 Aktaran Gregory Wonsey, Ekim 2001, Cosmopolitik
4 11 Eylül'den Afganistan'a ABD İmparatorluğu, Ütopya Yayınları, 2004 Basımı
5 Cosmo politik kitaplığı, 2002
6 Aktaran, Tarık Ali, Fundamentalizmler Çatışması