Kent Savaşları

Olan biteni Kürt halkı gördü. 1 Kasım 2015 seçimlerinde katılım, Kürdistan'da %60 düzeyinde kaldı, “özerklik oylanacak” söylemi işe yaramamıştı. Demirtaş, “halk sandıklara gitmedi” itirafında bulundu ve aylar sonra 1 Kasım seçimlerinin hileli olduğunu ve iptalini isteyen bu partiyi ciddiye alan olmayacaktı. Çünkü, çoğunluğu proleter katmanlardan gelen Kürt gençliği, bambaşka bir hazırlık içindeydi ve bunun için genel oyun meşruiyetine hiç ihtiyaç duymuyorlardı. Seçimden hemen önce Cizre'den start alan kent savaşları, Kasım sonunda 16 farklı kente sıçramıştı. Bu savaş öylesine şiddetliydi ki, sarsıntıları en tepede uçurumlara neden oldu. Böylece, 15 Temmuz gecesine giden süreç açılmış oldu.

Burada kent savaşlarının ayrıntılı bir tahliline girmeyeceğiz, yayınlarımızda bunlar yer alıyor. Tekrar hatırlatılması gerekli öne çıkan bir kaç noktaya değinmekle yetineceğiz. En başta, kent savaşları, UKH'nin inisiyatifi dışında gelişti; UKH uzun süre Kürt gençliğinin bu bağımsız inisiyatifini tanımaya karşı ayak diredi. Bu tutumu, kent savaşlarının bilançosunu çıkarma zamanı geldiğinde, Murat Karayılan bizzat ifade edecekti. “Eğer biz HPG olarak şehirde savaşmak istersek, herkes bilmeli ki, daha örgütlü ve düzenli savaşırız. On aylık pratik gösterdi ki, eğer istersek şehirlerde devleti düşürebiliriz. Bu ispatlandı.” Bu sözlerin ispatladığı tek şey, kent savaşları sırasında UKH’nin hükümeti devirmek istemediğidir. Yine UKH sözcü ve yöneticileri, savaşın bu noktaya tırmanacağını hiç hesaba katmadıklarını, HDP yardımıyla hendekler sorununun bir uzlaşmayla sonuçlanmasını beklediklerini ifade etmişlerdi.

UKH’nin bu tutumu, kent savaşlarının kaderini çizdi. Silahlı isyanın ilk günlerinde, tankların üzerine yürüyen halk, evlerine kapandı, ama faşizmin eller havada mahallelerden çıkma çağrısını da reddettiler. Sur’da böyle teslim olmaktansa, açlıktan ölmeyi yeğleyen küçücük çocukların kameralara yansıyan son görüntülerinde “Biz öleceğiz, geride kalanlar intikamımızı alsın” sözleri, TAK’ın kör şiddet eylemlerine yol açacaktı. Ama bu, sonraki trajedi. O andaki trajediye ise DTK imza atıyordu. Tanklarla dövülen Sur’dan birkaç kilometre ötede toplanan DTK, “ağaçlandırma” gibi akıl donduran kararlar açıklıyordu.

Öte yandan tümden faşist-devlet, cephaneliğini son kurşuna tek harcıyordu. Cizre’yi elinde tutan bir avuç genç savaşçıya karşı, iki general ve on albaylı, tanklı, helikopterli, uçaklı bir savaş yürütüyordu. Ama durum, dinci-faşizm için bile korkutucu bir hal almaya başlamıştı. Çünkü, Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla hallaç pamuğuna çevrilen ordu, politikaya el koymuştu. Ölüm timleri, Cizre’nin bodrumlarında kalan yaralıların tahliyesi talimatı veren bakana, kameralar önünde azar çekiyordu: “oradan canlı çıkarlarsa, motivasyonumuz bozulur!” Gerçekten de, ölüm timlerinin motivasyonu öyle bıçak sırtındaydı ki, hükümetin herhangi geri adımı, faşist aygıtın en keskin mızrak ucunu kırabilirdi. Çünkü, sayıları, kent savaşları sonunda 4350 olarak açıklanan kayıpları gizleniyor, bozgun hali hemen bir adım ötelerinde bekliyordu. Bu katil sürülerin cenaze törenleri hiç de faşizmin beklediği havada geçmiyordu. Aksine, ömürlerini devrimin kanını içerek geçiren bu vampir ruhların aileleri bile, cenaze törenlerinde hükümete kin kusuyorlardı. Teslim olmaktansa ölümü tercih eden Kürt çocukların intikamı adına, Ankara Merasim sokakta ve Kızılay’da patlayan TAK bombalarında ölenlerin aileleri, cenazelerde çok daha öfkeliydiler: “Aklanan paracıklarınızla saraylarda rahat oturamayacaksınız, bu devleti başınıza yıkacağız.” Törenler hükümet istifa sloganlarına sahne oluyordu. Faşizmin cephe gerisi sallanıyor, ön cepheler sarsılıyordu.

Sonuç alıcı bir savaşım için, geri dönüşü olmayan noktaya ulaşılmıştı. Durumu, Demirtaş bile kabul edecekti; “Bu aşamadan sonra bir geri adım teslimiyet anlamına gelir.” İç savaşın kanlı nehirleri, devrim ve karşı-devrimi öylesine kafa kafaya getirmişti ki, her iki taraf için de, yaşamsal çıkarlar kadar, yaşamın kendisi, ölüm kalım derecesinde, sınıfların siyasal sınır çizgisini belirliyordu. Böyle bir dengede her kararsızlık anı, her geri adım, hasmı çılgınca kalkışmalara sürükleyebilir. Parlamenter yolcuların devrime karşı işledikleri, hadi suç demeyelim, telafisi imkansız hataları tam da bu noktada ortaya çıkıyordu. Bu keskin sınır hattı çizgisinde onlar, devrimin yalpalamalarını, kararsızlıklarını görünür kılıyordu. Kent savaşlarının başında ağaçlandırma kararlarına imza atan DTK, bir ay sonra bu kez özerklik ilanlarını ve hendekleri desteklemekte karar kıldı. Ama, Demirtaş’ın “geri adım teslimiyettir” lafı henüz havadayken, aynı DTK, Nisan ayında desteği geri çekiyordu. Oysa, devrim saflarında aleni yaşanan yalpalamalar, sermaye saflarında da aynı keskinlikte mevcuttu, fakat görünmez biçimlerde itinayla gizlenerek.

Tepedeki uçurumun 15 Temmuz kanlı hesaplaşmasına kadar gidişi, kent savaşlarında ivme kazanmıştı. Sermayenin politik arenasına el koyan özel tim denilen katil sürüleri, tabur tabur adam kaybediyordu. Kısa sürede gelmesi beklenen zafer bir türlü ufukta belirmemişti. Ortaya çıkan sonuç, herkesin birbirini suçlaması, kimsenin diğerine güvenmemesiydi. Özel tim dışındaki ordu birlikleri, karargahtan gelen operasyon talimatlarını dinlemiyordu. Bizzat genel kurmaylık ve Hulusi Akar ipleri eline alıp sahaya inmek zorunda kalıyordu. Kent savaşçılarının giderek ustalaşan taktikleri ön cephede nefes aldırmazken, Ankara’nın göbeğinde ardı ardına patlayan bombalar, karargahı tehdit etmeye başlamıştı. Bu durumdan paniğe kapılanlar, darbe kazanını kaynatmaya başladılar. Merasim sokak bombalarının ertesi günü, Bahçeli, toplantı halindeki bakanlar kurulunun kapısına dayanmıştı aceleyle, Davutoğlu ile görüştü. Kabine toplantısını telaşla terk eden başbakan, soluğu Saray’da aldı. Daha o gün Saray, bir darbenin satırı ucunda gitti geldi. Anlaşılan, başbakan Davutoğlu, bu denli keskin bir iç savaşta faşist aygıtın kırılma olasılığı karşısında paniğe kapılanları teskin etmiş, sopanın yanı sıra, havucu da devreye sokarak, devlete nefes aldırma sözü vermişti. ABD ve Avrupa da Davutoğlu’nun destekçileriydi. Ne de olsa, emperyalizmin yaşamsal çıkarları açısından Ortadoğu muazzam öneme sahipti ve onlar TC’yi yıllarca, bu bölgenin karşı-devrim üssü olması şartıyla koşulsuz desteklemişti. Oysa, Google’a girenler “Dünyanın en kanlı iç savaşının yaşandığı ilk beş ülke” listesinde Türkiye’nin adını okuyabilirdi. Böle bir ülke, emperyalizmin bölgesel çıkarları için işe yaramazdı.

Kesin olan bir şey varsa, devrimin her yalpalama ve kararsızlık anında çılgınca atılımlar için heveslenenlerin başında RTE ve çevresinde toplanan çıkar gruplarının gelmesiydi. Eğer devrimin her kıpırdanışından ölesiye korkanların bir listesi yapılsaydı, en başa bu kişiyi ve çevresini yazmak gerekirdi. Çünkü onların, bir devrim tehdidi altında, dışarıya kaçıracak gerçek anlamda servetleri yoktu. Ellerinde tuttukları servet, iktidar koltuklarını işgal etmeni postundan ibaretti, muazzam devlet ihaleleri, yüklenmişler, ama tüm masrafları borçlanarak karşılamışlardı. Olur da, herhangi bir alt üst oluşta, yanlarına nakit, altın, mücevherat alsalar bile, gittikleri yerde onları, alacaklıları bekleyecekti. Kapılarına dayanır, ellerindekini alabilmek için, önce prestijlerini yokederlerdi. Yani, RTE ve çevresindeki çıkar grubu için, kaçacak bir yer yoktu. İçeride Silivri zindanı, dışarı da UCM kabusu onları bekliyordu.

İşte bu sonsuz dehşet içinde kıvrananların politik temsilcisi olan RTE, Davutoğlu’nun korkak adımlarla ördüğü havuç politikasını kin dolu gözlerle izlemekteydi. Nisan ayında Obama, ziyaretine gelen RTE’yi, dünya basını önünde “benim için bir hayal kırıklığı” ifadeleriyle rezil etmiştir. Benzer tekmeleri Avrupa savuruyordu. RTE için, olgunlaşan havuç bir satır gibi görünüyordu. Bu yüzden, o da yine herkesin önünde Davutoğlu’nu “müzakereden söz etmeyin” diye azarlamıştı. Başbakan, Mayıs başında, RTE’nin tekmeler yediği Washington’da itibarlı bir ağırlanmaya hazırlanıyordu ki, Beyaz Saray “aşırı yoğunluk” bahanesiyle ziyareti erteledi. Ve emperyalist efendilerin bu kararsızlık anını RTE, bir gole çevirmekte tereddüt göstermedi, başbakanı azletti. Emperyalist efendiler kızgındılar: “Ankara’da konuşabileceğimiz son insanı da kaybettik” diyorlardı. Aynı günlerde, RTE ve Davutoğlu arasında somutlaşan “devletin tepesindeki iki başlılık” sorununda, MİT, TSK ve Dışişlerinin başbakandan yana tavır aldığına ilişkin haberler basına sızmaya başlamıştı. Yani başbakan azledilse bile, darbeyi sürdürebilecek unsurlar yerlerindeydi. En azından koltuklar, makamlar yerlerini koruyordu, ama bu makamlara güç ve otorite sağlayan kurumsal işleyişe gelince, işte orası karmakarışıktı.

En başta TSK, emir-komuta zincirini kaybetmişti. Hızla yoğunlaşan iç savaşın dehşetli patlamaları, karargah kapılarının hemen önünde patlıyordu ve savaşın ileri cephelerinde olanlar “Ankara’nın oyunlarına kurban ediliyoruz” demeye başlamıştı. İstilaların ardı arkası kesilmiyordu. Bu durumda, ya yoğun iç savaş orduyu tasfiye edecekti (tıpkı Ergenekon-Balyoz döneminde olduğu gibi), ya da ordu iç savaşın yoğunluğunu... O an için tek çıkar yol, devrime en geniş kitle tabanını kazandıran “ortak nefret objesi”ni, yani RTE’yi düşürmek gibi görünüyordu. Böylece, devrimin tabanı daralacak, parçalanacak, faşist aygıtı çöküşe götüren iki başlılık ve iç savaşın yoğunluğu bir süre için ortadan kalkabilecekti. 15 Temmuzun hedefi buydu.

O geceye dair fazlasıyla yalan üretildi, kahramanlar bir gecede hain, hainler de kahraman ilan edildi. Bütün o dalaverenin tüm bilançosunu çıkarmaya gerek yok. Sadece bir kaç noktayı vurgulamakla yetinelim. Darbeyi önceden bilen RTE, o gece Marmaris’te değil, İstanbul havaalanında kalkışa hazır bir uçakta bekliyordu. Darbenin seyrine göre ya firar edecek, ya da kalacaktı. Daha ilk saatlerde anlaşılmıştı ki, darbenin emir komuta zinciri kopuk, kimse birbirine güvenmiyor, asıl gücü kararsızlar oluşturuyor. Ordunun ezici çoğunluğu kışladan çıkmamıştı. Erkenden sokaklara çıkan birlikler yalnız bırakılmıştı. Gerçekte, darbeyi etkisiz kılan, bizzat darbenin kendisiydi. Gerisi, sokaklarda yalnız bırakılan bir avuç askeri birliği, dinci-faşist kitleye yem etmeye kalmıştı. Yenenler yenilenlerin kanlı gömleklerinde sildiler kılıçlarını. RTE “tarihi bir fırsat” ele geçirdiğinin farkındaydı. Firar etmek yerine, kendi kendine ihanet edip tasfiye olan darbenin üstünde tepinmeye başlayan dinci-faşist güruhların karşısına, muzaffer komutan edasıyla çıkabilirdi artık.

Eğer bir devrim, ona öncülük etme hevesindekilerin dar kafalılığı yüzünden değil, ama bizzat koşuların nesnel zorlamasıyla bir kararsızlık anı yaşadıysa, işte o an 15 Temmuz’dur. Devrimci kitleler, bir yanda ortak nefret objesini devirmeye yürüyen tanklarla, diğer yanda gemi azıya almış dinci-faşist güruhlar arasında kaldı. Eli kanlı faşistlerin yürüttüğü bir darbeden yana taraf tutamazlardı elbette, tıpkı sokaklarda dinci-faşist güruhlarla kol kola giremeyecekleri gibi.

Bu karmaşa ancak, yığınlardan kabul görmüş bir politik karargahın üstesinden gelebileceği türdendi. Devrimin karargahı, birbirine düşmüş gericiliğin iki kafesinde birinin düşmesini, tetikte bekleyebilir, emir ve karşı emir silsilesi altında felç olmuş, kışladan burnunu çıkartamayan düzenli ordunun devre dışı kalmasından yararlanabilirdi. Devrimin kararsızlığının üstesinden gelebilecek tek koşul, proletaryanın öncülüğü idi ve bu sağlanamadığı için, devrimci yığınlar savunma pozisyonundan öteye geçemediler. Polis desteğindeki azgın dinci-faşist sürüler, mahallelere sokulmadı, saldırıya yeltendikleri her yerde, devrimci yığınlarca geri püskürtüldüler. Bu mahallelerde gece nöbetleri tutuldu; halk dinci-faşist saldırganlara karşı elinde ne varsa silah, sopa, kullanmakta kararlıydı. Yani devrim, proleter bir karargah eksikliği yüzünden, çok önemli bir fırsatı kaçırdı. Eğer tehlikenin farkına varan tekelci sermaye, “Yenikapı Ruhu”nu keşfedip, dinci-faşist güruhların devrimci kitlelere azgınca saldırısının önünü zamanında kesmeseydi, hiç kuşku yok; devrim, dayandığı kitle gücü ve ittifaklarıyla kararlılığı ve gözüpekliğiyle, savunmadan saldırıya geçmek için güçlü bir eğilime sahip olacaktı.

15 Temmuz, iç savaşı tasfiye edemedi, ama yeni boyutlara taşıdı. Şimdi, devletin tepe noktalarında iki başlılık yoktu. Geri dönüşü olmayan noktanın aşıldığını bilen iktidar, savaşı sınırların dışına taşıyabilirdi. Rusya ile kurulan temas, Suriye içinde bir manevra alanı yaratmıştı ve orduyu bu yolla oyalamak, besleme IŞİD’e karşı kazanılacak ucuz zaferlerle morali yükseltmek mümkün hale gelmişti. Sınırın içindeki savaş ise, çok daha ciddiydi, burada zafer hiç de ucuz değildi. Şemdinli -Tendürek hattında, Jandarma genel komutanının ifadesiyle “bir ölüm kalım savaşı” veriliyordu. Generallerin yarışı hapiste, savaş uçaklarını kullanmasına izin verilen pilot sayısı 18’e düşmüştü. Dinci-faşizmin “tarihi bir fırsat”la ele geçirdiği gücün altı, işte bu denli bomboştu, basın tarafından aşırı ölçüde şişirilen “demokrasi nöbetleri” ile güçte yaşanan zafiyetin üstü örtülüyordu.

Devrim sahnesinin kürsü ve mikrofonlarını elinde tutan oportünizm, şişirilmiş gösteriden ibaret bu güç devşirmesinden fazlasıyla tedirgindi. Aynı içerikte taktiklerle çıkmak yerine, sıfırdan başlayan kırıntı hak mücadelesi çağrılarına sokakların potansiyelini sıfır noktasına taşımaya giriştiler. O anlarda devrimci yığınların duymak isteyeceği son şeyler bunlardı. Nitekim, tutuklanan vekillere, atanan kayyumlara, KHK’yla işinden olanlara yönelik protesto ve direniş çağrıları, boş sokaklarda yankılandı. Bu cenahın içinde durumun farkına varanlar, halkı daha ileri hedefler altında buluşturmak yerine, sorumluluğu üzerinden atıp, kendi başına bırakıyordu. Örneğin HDP’nin yöneticilerinden Nadir Yıldırım’ın sözleri, öncülerin artçı konuma razı olmalarının tipik bir örneğidir: “Vekillerin, belediye başkanlarının sahada oluşu, meseleyi liberalize ediyordu, biz bunu yeni fark ettik. Şimdi halkla polis karyı karşıya inisiyatif bizde değil artık.” Doğru, inisiyatif tümüyle halktaydı ve onlar da her ileri atılımda ayaklarına dolanan, kavgayı “liberalize” edenleri, sessizlikle cezalandırıyordu.

Tepedeki iki başlılık sona erdi, fakat devlet bürokrasisinin eteklerine doğru inildikçe bambaşka bir manzarayla karşılaşmak mümkündü. AKP’li Şamil Tayyar, bütün bürokrasi içinde AKP’lilerin sayısının %10’u geçmediğini ileri sürerken, dinci-faşizm için çok daha ürkütücü gerçeği, orduyu iyi bilen uzmanlardan biri, Metin Gürcan dile getirdi: Yaptığı araştırmalara göre, ordu içinde AKP taraftarları %1’i geçmiyordu. Buna karşılık, kendini kemalist, NATO’cu, Avrasyacı, diyen subaylar %85’i oluşturuyordu, gerisi Fetöcüydü. Ancak ordunun %30’u yalnızca “devletin bekası” meselesinde, RTE’yi “kerhen” desteklemeye hazırdı. Kutsalların kutsalı “beka” meselesinde bile birlik sağlayamamış bir ordu, sadece AKP’nin değil, tekelci sermayenin de endişe kaynağıydı. Bu yüzden, devlet bürokrasisi içindeki ayak diremelere karşı öne sürülen çözümü, yani 16 Nisan referandumunu gündeme taşıyan, Bahçeli olmuştu.

Referandum aynı zamanda, 15 Temmuz ve OHAL’e rağmen, en cesur kesimlerin ellerinde yeniden yükselişe geçen devrimci kitle hareketini oyalamanın bir yoluydu. 2016 yılbaşı gecesi, Reina isimli lüks bir gece kulübünü kana bulayan IŞİD saldırısı, kentin tuzu kuru kesimlerinde öyle yaygın bir öfke yarattı ki, bunlar, sosyal konumlarının kazandırdığı avantajla, öyle çok toz kaldırdılar ki, herkes “yeni bir Gezi havası oluştu” düşüncesine kapıldı. Yanılsama dahi olsa, önemli olan düşüncenin kendisiydi, milyonların depreşen özlemine işaret ediyordu. OHAL’e rağmen, 2017 8 Mart’ında, yüzbin cesur yürek İstiklal’de toplanmıştı, içlerinde patlayabilecek IŞİD bombalarını hiçe sayıyorlardı. Gezi yalnız kafalarda değil, sokaklardaydı, provalarını yapıyordu. Kürdistan’da ise Kent savaşlarının hayaleti dolaşıyordu. Amed Newroz’una yoğun katılım gösteren genlik, kürsüden yükselen “uzlaşma” çağrılarını yuhalıyor, Sur’un ölümsüz savaşçı ve komutanlarını anıyordu. Artık yeni bir kitle eylemi biçimi ile karşı karşıya olduğumuza kuşku kalmamıştı: Aniden ortaya çıkıp muazzam gövdesini sergileyen, birliğin gücünden moral depolayıp, sonra çıktıkları hızla dağılan; uzlaşmaya, protestoya değil, ama sonuna dek gitmeyi vadeden kavganın çağrılarına kulaklarını dikmiş bir kitle....

Umut Çakır

Devam Edecek...

 

İlk bölümü okumak için tıklayınız.

İkinci bölümü okumak için tıklayınız.

Üçüncü Bölümü okumak için tıklayınız

Dördüncü bölümü okumak için tıklayınız

Beşinci bölümü okumak için tıklayınız

Altıncı bölümü okumak için tıklayınız

Yedinci bölümü okumak için tıklayınız

Sekizinci bölümü okumak için tıklayınız

Dokuzuncu bölümü okumak için tıklayınız

Onuncu bölümü okumak için tıklayınız

 Onbirinci bölümü okumak için tıklayınız

Onikinci bölümü okumak için tıklayınız

 

Umut Çakır'ın Yeni Dönem Yayıncılık'tan 2019'da yayınlanmış olan Seçimler Ve Devrimci Politika kitabından alınmıştır. Kitaba ulaşmak için tıklayınız.