Marx ve Engels’in Soruna Yaklaşımı
Marx ve Engels siyasi yaşamlarının başında, her ne kadar burjuvazinin yalnızca proletarya tarafından alaşağı edilebileceğini açık bir kavrayışla dile getirmiş olsalar da, Avrupa’nın o dönemdeki sınıf ilişkilerini hesaba katarak, önce radikal demokrat burjuva hareketlerin yükselip zafer kazanacağını, ancak bundan sonra proletaryaya sıranın geleceğini düşündüler.
Bu düşüncelerini Manifesto’da şöyle ifade ediyorlardı: “Komünistler, işçi sınıfının doğrudan önünde duran amaç ve çıkarların elde edilmesi için mücadele ederler, ama mevcut harekette aynı zamanda hareketin geleceğini temsil ederler.”
Bütün devrimci büyük teorisyenler gibi Marx ve Engels de, o zamana dek gerçekleşmiş devrimlerin zafer ve yenilgilerini gözönünde bulundurdular. Gözleri önünde canlanan örnek, elbette 1789-93 Fransız Devrimiydi. Feodal gericiliği yıkmak üzere, 1789’da Fransa’nın tüm devrimci sınıfları ayaklanmıştı. Aynı devrim içinde kaynaşmış bu birlik, en ivedi sorunların ortak bir çözümünü ilk anda en ılımlı burjuva siyasetin temsilcileri Jirondenler iktidarında bulmuştu. Fakat bu yönde atılan her adım ortaya yeni amaç ve çıkarlar koydukça devrim, Jakobenleri iktidara taşıdı. Derken sıra Babeuf ve arkadaşlarının temsil ettiği proleter harekete geldi.
Manifesto’nun daha mürekkebi kurumadan Paris’te tüm kıtayı baştan sona dolaşacak 1848 devrimi patlak verdi. O sırada Marx, radikal burjuva konumlu Neue Rheiniche Zeitung’un başyazarıydı. Bu gazete devrim boyunca proleter değil demokratik zeminde kalmayı sürdürdü. Devrim, monarşinin ve gericiliğin hakim olduğu kıtanın tüm büyük ülkelerini etkisi altına aldı. Hemen her yerde, monarşist iktidarların karşısına, burjuvazinin etkin olduğu parlamentolar çıktı. Bu parlamentolar devrimci doğuşun bir ürünü olmasına rağmen, ne Marx ne de Engels, bir “anayasal büyü”ye kapıldılar. Tersine, 1789’un derslerine uygun olarak, devrimin en ileri noktalara değin zorlamasını, bütün taktiklerinin en başına koydular. Ve Frankfurt’ta kurulan meclisin budalalıklarını teşhir edebilmek için, tüm yazınsal yeteneklerini kullandılar. Fransa’da demokratlar, yani küçük burjuva partisi, proletaryanın Haziran ayaklanmasından öylesine korkmuştu ki, acınası politik çizgilerini sergiledikleri parlamentarizme saplanıp kaldılar. Marx onları hem Fransa’da Sınıf Savaşımları’nda [“halk, devrimci zaferler yerine yasal zaferlere alıştırılıyor, karar tarihi erteleniyor, halkın tansiyonu düşürülüyordu” (s. 141)] hem de 18 Brumaire’de [“... demokrat parti kendi seçim zaferine kesin bir nitelik kazandırmak ve bu yolla Düzen Partisi’ni parlamentoda hemen çatışmacı tutum almaya zorlamak yerine, Mart ve Nisan ayları boyunca, Paris’i yeni bir seçim kampanyasıyla yordu, halkın canlanmış tutkularının tekrar tekrar sahnelenen bu geçici oylama oyunu içinde yıpranmasına, devrimci enerjinin anayasal başarılarla doyuma ulaşmasına, küçük entrikalarla, içi boş nutuklarla ve göz boyamaya yönelik hareketlenmelerle buharlaşmasına, burjuvazinin kendisini toplamasına ve önlemlerini almasına, son olarak da, Mart seçimlerinin anlamının, izleyen Nisan seçiminde, Eugene Sue’nün seçilmesiyle zayıflatıcı bir duygusal yorum bulmasına izin verdi.”(s 71)] eleştirmekten geri durmadı.
Parlamentarizme dair tartışmanın esası açısından, Marx’ın yazdıklarında bir kaç noktanın altını çizmekte yarar var. Burada, bazan çok uzun sürelere yayılabildiğine tanık olduğumuz devrimci durumlardan değil, her şeyin bir fırtına gibi geliştiği bir devrimden sözediliyor. Fırtına anlarında bütün sınıflar, en çıplak yüzleriyle gerçek çıkarları ve potansiyelleri ile kendilerini sergilemek zorunda kalırlar. Yine Marx, “halkın çoğunluğu, devrimci bir dönemde, genel oyun verebileceği her şey olan olgunlaşma okulundan geçmişti. Genel oyun bir devrimle ya da gericilik tarafından bir yana atılması gerekiyordu” (Fransa’da Sınıf Savaşımları, s141) derken, barışçıl zamanlarda on yıllara yayılan böyle bir olgunlaşmanın, nasıl aylar içinde gerçekleşebileceğine vurgu yapıyordu. Marx ve Engels, tarihi kavrarken, evrimleri ve devrimleri bir arada gözönünde bulundururlar. Onlar için bazen 20 yıl sadece bir gündür, bir gün ise 20 yıla sığabilir. İkinci dikkat çekmek gereken nokta 1848 devrimlerinde, sınıfların hesaplaşma sahasında, parlamentoların oynadığı özel roldü. Devrimlerin burjuva niteliğinden dolayı, bu durum kaçınılmazdı, monarşist iktidarın devlet aygıtı karşısında, burjuvaların ilk ele geçirebilecekleri ve bu kürsüden kitlelerin gücünü, iradesini temsil edebilecekleri tek kurumdu. Ama tam da bu koşul, küçük-burjuvaziyi anayasal hayallere sürüklüyordu.
Burjuvazi, parlamenter cumhuriyette kendi egemenliğinin gelişimi için en uygun biçimi görüyordu, ama bu gelişimin ardında tetikte bekleyen proleter tehlikeyi de. Sonraki yıllarda parlamentolar, bir devrimci sınıf için, hiç bu denli önem sahibi olamadı. Üçüncü dikkat çeken nokta şudur: Marx ve Engels, devrim süresince, eleştiri oklarını sağ sapmaya, anayasal hayale, parlamenter budalalığa yönelttiler. Bir devrim anında asıl tehlike buradan geliyordu. 1848’de ustalar, izlenecek yol hakkında, proletaryanın netlik taşımamasını hiç dert etmediler. Çünkü proleter saflarda içgüdüsel, kendiliğinden, bastırılması olanaksız bir hareket görüyorlardı. “Siyasal toplumun bilinçli kavrayışına değil, ama salt içgüdüsel anlayışına daha yeni varan, yaşanan anın güçlüklerine yükselemeyen” proletarya, gerekli eğitimini bizzat devrimin seyri içinde alacaktı; küçük-burjuvaziyi ne denli ileri iteler ise, kendi zaferinin bilincine ve koşullarına o denli yaklaşacaktı.
O dönem Marksizmin literatüründe henüz devrimci durum tanımı yok. Ancak her iki usta da, 1845’ten itibaren, Almanya’da propaganda gruplarının olağanüstü artışından, İngiliz Çartist hareketinden, Polonya ayaklanmasından, cumhuriyet düşleri uyanmasın diye Fransa kralının İtalyan cumhuriyetlerini bombalamasından gerekli dersleri çıkarıyorlar. Ve bu yüzden Komünist Manifesto şu cümleyle açılıyor: “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor: Komünizm hayaleti.” Lenin’in defalarca işaret ettiği gibi Marx-Engels, hem Manifesto’da, hem de 1847 boyunca yazdıklarında, açıktan devrimci ajitasyona girişiyorlar. 1848 devrimleri yenildi; Bonaparte’ın darbesi son perdeyi indirdi. Ve bunun bir yenilgi olduğunu yadsımaya kalkanlara Engels şöyle cevap veriyor: “Bana göre, işin özü şudur: proletarya bu kez yığınsal olarak savaşmamıştır, çünkü takatsizliğinin ve güçsüzlüğünün bilincindeydi ve olabildiğince düzenli bir yönetim altında birkaç yıl daha sefalet çekmeye, yeniden kuvvet kazanacağı bu süre içinde de cumhuriyete imparatorluk-restorasyon ve yeni bir devrim döngüsüne yazgıcı bir boyuneğişle uymuştur.” (Seçme Yazışmalar, Cilt 1, S 68)
Görülmemiş hızla büyüyen ekonomi, devrimin hızla tükettiği enerjiyi yeniden kazanmasına şans tanımıyordu. Ancak yeni bir kriz ile birlikte devrimin geri geleceği umudunu korudular. 1856’da Ren bölgesi işçilerinin bir ayaklanmaya hazırlandığı haberini aldıklarında, eğer Paris işareti verirse her şeyi göze almalarını, yenilseler bile etkisinin geçici olacağını yazdılar. Tarih onların beklenti ve umutlarını boşa düşürdü. Yeni keşfedilen Kaliforniya ve diğer zengin altın yatakları, dünya ticaretinde görülmemiş hızlanma, kıta Avrupa’sındaki proletaryaya uzun bir barışçıl gelişme dönemi dayattı.
Yeri gelmişken, Nimtz’in kitabında “Komünistler Birliği’ne MK Çağrısı’na ilişkin yorum ve çarpıtmalara dikkat çekelim. Çünkü Nimtz, kitabı boyunca tezinin ilk ilmeğini burada atıyor. Henüz Mart 1850’de, Marx ve Engels, Almanya’daki devrimden yüksek beklenti içindeler. Ve süregiden devrimde bir zafer anında, proletaryanın nasıl bir çizgi izlemesi gerektiğine işaret ediyorlar. Top tüfekle silahlan, cephaneliklere el koy, proletaryanın muhafız birliklerini kur, yerel devrimci konseyler inşa et ve otoritesini tanı, her silahsızlandırma girişimine silahla karşı koy... Ve mevcut hükümetler alaşağı edildikten sonra, ancak bundan sonra, devrimin dolaysız sonucu olarak ulusal temsil organlarının seçimi gündeme gelecektir. Marx-Engels, bu aşamaya gelindiğinde, seçimlerde izlenecek çizgiyi iki başlık halinde özetlemişler sözkonusu Çağrı’da.
Nimtz, okuruna, bu Çağrı’yı bir “seçim stratejisi” olarak sunuyor: “Ulusal Meclis için yapılacak bir sonraki seçimde, işçiler sadece liberal burjuvaziden değil, aynı şekilde küçük-burjuvaziden de bütünüyle bağımsız bir yol izlemeliydi. Açıklayıcı olması açısından, ana hatlarıyla ortaya koydukları şeyin, işçi sınıfının seçimlerde yarışabileceği derecede politik demokrasinin bulunduğu feodalizm sonrası dönem için ileri sürülmüş bir strateji olduğu belirtilmelidir.” (Nimtz, Cilt 1, 655) Nimtz, Çağrı’nın bir sonraki seçimler için hazırlandığını iddia ediyor. Oysa Çağrı, mevcut hükümetler devrildikten sonra politik özgürlüğün nasıl korunacağı ve nasıl kullanılacağına dairdir.
İleride göreceğiz, Nimtz, 1905 Aralık ayaklanmasını da buharlaştıracak. Asıl derdi, Marksist ustaları, parlamenter yollar varolduğu sürece, proletaryanın silahları gündeme almaması gerektiği tezine kanıt gösterebilmek. Nimtz bu fikrini, daha sonra şöyle dile getiriyor: “temel demokratik hakların ve parlamento seçeneğinin kullanılmasından geçen barışçıl yol işçilere kapatıldıysa, o zaman Enternasyonal silahlı mücadele politikası izlemeye hazırdı. İşçi sınıfının bağımsız eylemi, Marx ve Engels’in müdahalesinin özü buydu. İşçilerin seçimlerde kendi adaylarını çıkarmaları gerektiğini söyleyen Mart 1850 Çağrı’sın çekirdeği olan bu fikir, 1848-49 ayaklanmasından çıkardıkları başlıca dersti.” (age) Oysa, göreceğiz, Alman işçileri seçimlerden ve temel haklardan mahrum edildiği halde, Marx ve Engels, partiye silahlı eylem çağrısı yapmadılar. Çünkü böyle bir çağrı yapmanın koşulları farklıydı, parlamentoların işleyip işlememesinden tamamen farklı koşullara, devrimci durum ve iç savaşa bağlıydı. Peki Marx ve Engels, 1848 devrimlerinin yenilgisinden sonra ortaya çıkan parlamento mücadelelerine yüz verdi mi? Hayır. Engels, Bonapartist iktidarın gizli oy hakkına rağmen açık hileli seçimlerini kabul edenlere ateş püskürüyor. Seçim bahanesiyle “kızıllar şevklerini ortaya koymak için bir fırsat daha bulabilirler. Ama o zaman da gene uzlaşırlarsa onları defterden silerim; en iyisinden bir ticari bunalım bile onlara, birkaç yıl için sahneden silinmelerine neden olacak bir yenilgiden başka hiçbir şey kazandırmayacaktır. Nasıl savaşacağını unuttuysa, bu ayaktakımı neye yarar ki?”(Seçme Yazışmalar, Cilt 1, s 71) Aynı şekilde, Alman devriminin yenilgisinden sonra feodalizmle uzlaşan burjuvaların bozulmuş, güdük meclislerine de ilgi göstermediler. En ufak hatasında, ensesine bindikleri Liebknecht’in 1865’te seçimi boykot etmesine dair tek kelime etmediler.
Marx ve Engels’in politik tutumlarının yeni çizgisini kırmızı bir şerit gibi belirleyen, devrimin yenilgisiydi; bu yenilgi proletaryayı, uzun ve sancılı bir “barışçıl, parlamenter döneme” mahkum ediyordu. Buna rağmen onlar, hileli veya genel oy hakkının bozuk biçimlerde, ya da politika belirlemede önemli olmayan meclis müsveddelerine proletaryayı sürüklemeyi düşünmediler. Gerçek şu ki, devrimin bayrağı artık kıta Avrupası’nda değil, Rusya’daydı, orada bir devrim meydana gelirse, Kıta Avrupası’nda devrimin yeniden güncel hale geleceğini biliyorlardı.
Uyuşukluğu bozan Paris Komünü oldu. Marx ve Engels olaylar öncesinde Fransızların yeni bir devrime hazırlandıklarını, halk olarak devrimin tarihini şevkle araştırmaya başlamasından anlamışlardı. Prusya orduları Paris kapılarındayken ayaklanmanın hatalı olacağını belirtmelerine rağmen işçi sınıfı gökyüzünü fethe çıktığında, tüm enerjileriyle Komün’ün zafere ulaşması için çalıştılar. Sonuç baştan belliydi. Buna rağmen Parislilere “yıkıma ve dağınıklığa neden olma” suçlaması getirmediler. Tersine, burjuvazinin Parislilere dayattığı, ya bu savaşıma girmek ya da herhangi bir savaşıma girmeden yenilgiyi kabullenmek seçeneği karşısında, savaşımı seçme kahramanlığını her zaman övdüler. “İkinci durumda, işçi sınıfının moral çöküntüye uğraması, şu ya da bu kadar önderin mahvından çok daha büyük felaket olurdu.” Peki Versailles’lı burjuvaların dayattığı neydi? İç savaş. Marksistler iç savaşın gündeme geldiği, başladığı her yerde aynı çizgiyi izleyeceklerdir: Parlamenter alıştırmalarla oyalanmama, en geri sınıf kesimlerini eğitmek ve kazanmak adına savaşı görmezden gelmeme. Çünkü iç savaş başladığında, savaşımı görmezden gelen, yenilgilerin en büyüğünü, moral çöküşü ve çürümeyi yaşar. Bu nokta Türkiye ve Kürdistan’da daha düne kadar devrim bayrağını yüksekte tutan çevrelerin, şimdi şaşırtıcı bir meclis budalası haline gelişini açıklar.
Komün yenilgisi Avrupa çapında gericilik ve baskıyı yükseltti. Her yenilgi döneminde olduğu gibi, hareketin içinde sol ve sağ sapmalar kendini gösterdi. Marx ve Engels, bu bir kaç yılda, Bakuninci anarşizmin Enternasyonali bozma girişimlerine karşı mücadele yürüttü. Anarşizmin altedilmesinden sonra, bu kez Alman Marksist partisinde sağ sapma harekete geçti. Bismarck hükümeti, Alman Marksist partiyi yasadışı ilan etti, seçimlere katılmasını yasakladı. Parti hızla illegal koşullara uyum sağladı. Yayınlar İsviçre’de basıldı, içerde gizlice dağıtıldı. İllegal kongreler toplandı. Sendikalar, dernekler, kültür merkezleri kullanıldı. Birkaç bölgeden bağımsız vekilin meclise yollanması sağlandı. Çalışma şartları olağanüstü zorlaşınca Parti içinde sağ eğilim uç verdi. Zürich’te ikamet eden, Partinin tanınmış üç üyesi, gelecekteki oportünizmin habercisi olan bir mektup kaleme aldılar. Marx ve Engels’in bu üç Zürichliye verdiği cevap, barışçıl ve uyuşuk dönemde baş göstermesi kaçınılmaz oportünizme karşı ilkeli duruşu netleştirdi.
Üç Zürichli, Sosyalistlere Karşı Yasa’yı boşa çıkarmak için, Partinin şiddete dayalı kanlı devrim yolunu izlemediğini, legalite ve reform yolunu izlediğini göstermeli diyordu. Aldıkları cevap şöyle: “Şu halde –ülkenin her yanına dağılan ve toplam seçmenlerin onda-biriyle sekizde-biri kadar olan– 500.000 ile 600.000 arasındaki sosyal-demokrat seçmen, bir kişinin on kişiye karşı ‘kanlı devrimi’ne kalkışarak başlarını duvara çarpmak istemiyorlarsa, bu gösterir ki, onlar herhangi bir büyük dış olaydan ve aniden patlak veren devrimci bir kalkışmadan ve bunun sonucu olan çatışmada halkın kazandığı bir utkudan yararlanmayı sonuna kadar reddetmektedirler. Berlin bir başka 18 Martı daha yaşayacak kadar cahillik ederse, sosyal-demokratlar, ‘barikat manyağı ayaktakımı’ gibi çarpışmalara katılmak yerine, ‘legalite yolunu izlemeli’, frene basmalı, barikatları temizlemeli ve gerekirse, tek-yanlı, kaba, cahil kitlelere karşı şanlı ordunun yanında yürümelidir. Bu baylar, kastettiklerinin bu olmadığını ileri sürerlerse, o zaman neyi kastediyorlar?” (Seçme Yazışmalar, Cilt 2, s120) Cevabın alışılmadık sert üslubu, üçlünün açıkça yazmadığı ama “kastettikleri”ni işaret edecek denli öfkeli içeriği dikkat çekicidir. Parti yüz binlerce oy almasına karşın kendi başına bir maceraya atılamaz, askeri despotizm devrimden başka bir yolla tasfiye edilemezdi, ama herhangi bir kalkışma başarılı olsa bile, önceden kurulu bir örgüt, bilgilendirme ve propaganda olmadan, böyle bir devrim işçi sınıfına dönecekti. 1880’lerde Almanya’nın durumu buydu. Üç Zürichli, devrim buysa, Parti’nin dışında kitleler barikatlara koşsa bile, biz yerimizden kıpırdamayalım diyordu. İşte ustalar, partinin içindeki bu oportünist basile karşı alışılmadık sertlikte cevap veriyorlar. Onlar, her şeyden çok, kitlelerin bağımsız devrimci inisiyatiflerine güvendiler. Paris Komünü’nde kitlelerin başında Prudoncular ve Blankistler vardı ama buna önem vermediler, hemen yardıma koştular. Enternasyonal’e bağlı işçileri “bilgilendirme, propaganda ve örgütsel” görevlerini ne ölçüde tamamladığına bakmadılar. Şimdi aynı şeyi Alman partisinden isteme hakkına fazlasıyla sahiptiler. Üç Zürichli, yanlış anlaşılmak istemediklerini, partinin devrimci programından asla vazgeçmediklerini, ama bu uzun erimli tasarımlardan önce elde edilmesi gereken belli amaçlar -haklar vs- üzerine yoğunlaşmayı öneriyorlardı. Marx ve Engels’in buna cevabı da aynı sertlikte: “Program yadsınmış olmayacak, yalnızca ertelenecek – belirsiz bir dönem için. insan bir programı kendisi için, kendi yaşam süresi için değil, ama ölümünden sonrası için kabul eder, çocuklarına ve torunlarına kalıt olarak bırakmak için. Bu arada insan “bütün gücünü ve enerjisini” ufak-tefek işlere ve toplumun kapitalist düzeninin yırtığını-söküğünü dikip onarmaya ayırmalıdır; böylece burjuvaziyi ürkütmeksizin, en azından, bir şeyler yapılıyor görüntüsünü yaratır.” (Seçme Yazışmalar, Cilt 2, s 121)
Sosyalizmin, devrimin -Almanya’nın o günkü koşullarında devrim demek olan- cumhuriyetin propaganda ve ajitasyonu yerine, bir takım hakları, kimi özgürlükleri ön plana almak gibi bir çizgi, günümüzde bu topraklarda tüm reformistlerin sabah akşam yaptığı ve belki de bu yüzden fazlasıyla alışıp kendimizden şüphe eder hale geldiğimiz tam da bu çizgi, Marx ve Engels’in soylu öfkesini öyle bir harekete geçiriyor ki “ilk ilkesi, öğrenmediğini öğretmek olan bu tür entelektüellerden” kurtulma çağrısı yapıyorlar. Elbette öfkenin bir sebebi, partinin tanınan üç isminin sözkonusu görüşlerini kamuoyuna açıklamış olmalarıydı. Sosyalistler Yasası’na dair, Engels’in bir değerlendirmesini burada anmak yerinde olur. Ustaların, yasallık ve meclis içi çalışmaya ve bunların hangi temel göreve bağlı kaldığına dair öğretici ipuçlarını, bu satırlarda buluruz. 1886’da yasaklar beş yıllığına ve bir kez daha uzatılınca Engels “Aslında, Sosyalistler Yasası’nı kaldırmayıp yürürlükte bırakılmasına memnunum” (Seçme Yazışmalar, Cilt 2, s 182) diye yazıyor. Gerekçesini, sınıfların o anki dengelerine dayandırıyor. Liberal burjuvazinin sol görünen partisi ve Bismarck’a karşı muhalefet yürüten, bu tutumu nedeniyle emekçiler arasında etkili olan Katolik Merkez Parti’nin, bu yolla rezil olmalarını, işçi partisinin yasallıkla elde edeceği fazladan oylara tercih ediyor. Daha önemlisi şu: “Sosyalistler Yasası’nın bize yaptığı en büyük hizmetlerden biri, kendisine hafifçe sosyalizm bulaşmış Alman araştırmacıların çağrısız konukluğundan bizi kurtarmasıdır.” (age, s 235) Gerçekten de parti, illegalite koşullarında proleter karakterini, teorik kavrayışın işçiler arasına daha büyük ölçülerde sirayet etmesini yasaklı dönemine borçludur. Engels bu kazanımı, her şeyin üstünde tutuyor. Birkaç oy fazla alabilmek için, partinin devrimci program ve ilkelerinden, propagandasından verilecek her tür ödüne kararlılıkla karşı çıkıyor. Marx ve Engels’in işçi sınıfının önüne koydukları taktikler zenginlik, çeşitlilik ve çok yönlülük açısından büyük bir içeriğe sahiptir. Çünkü ustalar, sadece Almanya’ya değil, Rusya’dan ABD’ye, İtalya’dan Norveç’e uluslararası komünist hareketin sıkça başvurduğu otoriteler haline gelmişlerdi. Bir yanda ABD’lilere sosyalist olmadığı halde işçiler üzerinde etkili olan güvenilmez biri için çalışmayı salık verirken, diğer yandan Rusya’ya “blankiciliğin -küçük bir fırsatçılar grubunun tüm toplumun altını üstüne getirme fantezisi- bir kez olsun bir varlık gerekçesi olduysa, bu kuşkusuz şimdi Petersburg’dadır.”(age, s 195) diye öğütler verebiliyorlar. Burada bir çelişki bulmaya çalışanlar kadar, bu çeşitlilikten kendi tek yanlı görüşleri için yararlanmaya çalışanlar çok oldu. Bu nedenle Marx ve Engels’in taktiklerinin genel çizgisini belirlemek yerinde olur.
1848’in yenilgisinden sonra devrim dalgasının Doğu’ya çekildiğini gören ustalar, proletaryayı, tek başına girişeceği kalkışmalara yönelik uyarmayı görev bildiler. Fakat ne zaman kitlelerin bağımsız devrimci eylemine tanık oldular, Marksist partileri bir propaganda grubundan birer eylem grubuna dönüştürmeyi başardılar. Gericiliğin komünist hayalete karşı kurduğu barikatı, sessizlik ve uyuşuklukla geçen yıllarda, genel devrim propagandası ile aşmayı başardılar. İç savaşlara yönelik tutumlarını da bu çizgi belirledi. Yasal olanaklarla kazanılmış tüm örgüt ve propaganda gücünü kaybetme riskine rağmen, iç savaştan, geliştirilip açık hale getirilmesinden yana oldular. Geçici seçim başarıları uğruna verilecek her tür ödüne kararlılıkla karşı çıktılar. Devrimlerin yenilgisinden hemen sonra beliren sol sapmalara, yenilginin uzamasıyla beliren sağ sapmalara, oklarının sivri uçlarını çevirdiler. Daha 1894’te, yeni bir savaş ve devrimler döneminin yaklaşmakta olduğunu gören Engels, partiye, barikat savaşlarıyla ve ayaklanmanın yeni kurallarıyla ilgili öğütler vermeye başlamıştı. Ancak, 1871’den sonra Avrupa’da hüküm süren barışçıl gelişme, oportünist çıbanı büyüttü, II. Enternasyonal’in çöküşünü hazırladı. Lenin, tüm bu zengin taktiksel mirastan sonuna kadar yararlanacaktı.
Devam Edecek...
İlk bölümü okumak için tıklayınız.
Umut Çakır'ın Yeni Dönem Yayıncılık'tan 2019'da yayınlanmış olan Seçimler Ve Devrimci Politika kitabından alınmıştır. Kitaba ulaşmak için tıklayınız.