Faşizm, içerde ve dışarda dizginlenmemiş bir saldırganlıktır. Faşizme karşı mücadele tarihinden çıkarılan dersler ve dünya komünist hareketinin bilimsel tahlilleriyle varılan bu sonuç şimdi pratik olarak önümüzde.
Dinci-faşizmin şefinin ağzından aktaralım: "Sakın ha bu çağrıya uyup da meydanlara çıkma yanlışına düşenler olursa bedelini çok ağır öderler bunu da böyle söylüyorum. Zira bu, bir milli mücadeledir. Bu milli mücadelede karşımıza kim çıkarsa çıksın ezer geçeriz, bu böyle bilinsin. Taviz yok, en ufak bir esneklik yok"
Dinci-faşizmin şefi böyle buyuruyor. Bu tehdit ve saldırganlık içe dönük. Şimdi bir de dışa yönelik olanına bakalım: "Yok kan dökülmesin falan filan… Burada şehadet de olur, burada gazi de olur kan da olur"
Başka söze gerek yok. Hitler insanları gaz odalarında, fırınlarda yakıyordu. Bizde, dinci faşizmin şefi kan dökücülükte bir beis olmadığını dünya alem önünde söylüyor.
Fakat biz işin bu yanında olmayacağız. Faşizmin gerçek toplumsal taşıyıcıları, gerçek tanımı ve ona karşı mücadelenin politik hedefleri üzerinde durmak çok daha gerekli ve yararlıdır. Dünya komünist hareketi tarihinde faşizmin toplumsal taşıyıcıları konusunda pek çok tartışmanın yapıldığı bilinir.
En sonu, Komünist enternasyonalin, faşizmin basit bir hükümet değişikliği olmadığı; ona karşı mücadelede politik hedefin, burjuva demokrasisi olmaması gerektiği sonucuna vardığını da biliyoruz.
Peki, Türkiye’de dinci-faşizm neden bazı çevreler tarafından ısrarla Erdoğan-Bahçeli ya da AKP-MHP faşizmi olarak tanımlanır? Neden, tekelci sermaye, devlet, emperyalist güçler, faşizmin bu toplumsal/sınıfsal taşıyıcıları işin dışında tutulurlar?
Sözü dolandırmadan söyleyelim: Bunun tek nedeni, bu tanımlama sahipleri hangi gerekçeyi uydururlarsa uydursunlar, evet tek nedeni, burjuva demokrasisine dönüş hayalleri ve bu hayalleri canlı tutmak için tekelci sermaye sınıfına göz kırpma isteğidir.. UKH’nin bu tanımlamayı, kavramlara fazla önem vermediğinden kullandığını biliyoruz. Buna karşılık oportünist hareketler, tekelci sermaye sınıfı ve emperyalistleri, hatta faşist devleti faşizmden muaf tutan bu tanımlamayı son derece bilinçli biçimde kullanıyorlar.
Afrin’i işgal girişimi, faşizmin arkasındaki tüm güçleri iyot gibi ortaya çıkardı. Örneğin KCK, kendisi de eleştirdiğimiz kavramları kullanmakla birlikte, dinci-faşizmin arkasındaki emperyalist güçleri, çok isabetli bir tespitle, şöyle tanımlıyor: “Erdoğan-Bahçeli faşizmi yıkılma sürecine girmişken, Efrin operasyonuna karşı çıkmayarak Tayyip Erdoğan’ın iktidarda kalmasını sağlayan bir duruş içine girmişlerdir. Sadece ABD değil, Avrupa Birliği’ndeki ülkeler de AKP-MHP faşizminin bu işgaline karşı durmayarak Tayyip Erdoğan-Devlet Bahçeli faşizminin Türkiye halkları üzerindeki zulmüne destek vermişlerdir.”
Burada eksik kalanı biz tamamlayalım. TÜSİAD, tekelci sermaye sınıfı adına, Afrin işgali vesilesiyle, dinci faşizme desteğini, şöyle dile getiriyor: “Terör odaklarına karşı haklı mücadelede yüreğimiz Türk Silahlı Kuvvetlerimizle birlikte. Dileğimiz, kahraman askerlerimizin zaferi ve yurda sağ salim dönüşleridir. Zeytin Dalı Harekatı (yani Afrin işgali) sayesinde sınırlarımızda barışın ve huzurun kalıcı olarak tesisini temenni ediyoruz.” (TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik). Bu da, “reformcu” hatta kimilerince pek “demokrat” bulunan tekelci burjuvaların gerçek kanlı yüzü. Günü ve zamanı geldiğinde faşizmin arkasındaki duruşlarını belli etmekten çekinmiyorlar.
Bir soruyla devam edelim. Peki ister emperyalistler olsun ister tekelci sermaye sınıfı olsun, dinci faşizmi sadece Afrin konusunda mı destekliyorlar? Ne alaka! Düzenin kendini tehlike ve tehdit altında hissettiği her durumda, en kanlı katliamlar konusunda bile desteklerini, faşizmin arkasında duruşlarını eksik etmediler.
Faşizm, bunların toplamının açık, kanlı diktatörlüğüdür. Bugün Erdoğan-Bahçeli ikilisinin (dün Çiller-Demirel-Ağar vb idi, bugün bu ikili, yarın bir başkası) mayın tarlasında geziniyor olmaları işin özüne dair bir şey değiştirmez. Faşizm, yukarda saydığımız güçlerin toplamının kanlı diktatörlüğünü ifade ettiği için, faşizme karşı mücadelenin politik hedefi de bu güçlerin ekonomik ve politik egemenliğinin yıkılması; yerine burjuva toplumun sınırlarını aşan, o sınırları parçalayan devrimci demokratik bir iktidar olmak durumunda. Bunun bir devrim mücadelesi olduğunu söylemeye gerek yok.
Faşizme karşı mücadeleyi yükseltmekten sözetmenin ve kitlelere bu yönde çağrı yapmanın tek başına bir anlamı yok. Önemli olan bu mücadelenin politik hedefini net biçimde belirlemek ve bunu kitlelerin önüne koymaktır. Kitleler, kendilerine mücadele çağrısı yapanlardan politik hedefleri de net biçimde ortaya koymalarını beklerler. Faşizme karşı ne için mücadele edilecek? Burjuva demokrasisi için mi, devrimci demokratik bir iktidar ve devrimci demokrasi için mi? Kitleler bunu bilmek isterler. Faşizmi Erdoğan-Bahçeli ya da AKP-MHP ile sınırlamak, böyle tanımlamak birinci seçeneğe çıkar. Çünkü bu ikiliyi çekip aldığınızda tekelci sermayenin ve emperyalistlerin egemenliği yıkılmış olmaz. Bu ikisini kazıdığınızda geriye, en iyi ihtimalle burjuva gericilik kalır; burjuva demokrasisi bile değil.
Kitlelerin böyle bir politik hedef için ayağa kalkmayacaklarını, kanlarını dökmeyeceklerini anlamak zor olmasa gerek. Kitlelerde heyecan uyandıracak, devrimci enerjilerini açığa çıkaracak ve ayağa kaldıracak olan ikincisidir; devrimci demokratik iktidar ve devrimci demokrasi hedefidir. Bu, tekelci sermaye egemenliğinin bir bütün olarak hedef alınmasını gerektirir; onun sadece iki partisinin ya da iki şahsiyetinin değil.
Denebilir ki, kavramların ne önemi var; bir pratik adımın on programa bedel olduğu bir dönemden geçiyoruz. Gerçekten de, pratiğin, hareketin, eylemin önem kazandığı, devrimin pratik politika konusu olduğu bir dönemden geçiyoruz. Ama bu ne kavramların yerli yerinde kullanılması gerekliliğini ortadan kaldırır ne de devrimci programın önemini. Aksine, kitleler sözkonusu olduğunda, insanların kavramlarla düşündüklerini, slogan ve kavramlara bakarak yollarını bulmaya çalıştıklarını aklımızdan çıkaramayız.
İkincisi, böyle dönemler, önceden belirlenmiş bir devrimci programın, politik hedefin önemini on kat artırır çünkü, politik hedefin en ufak bir küçümsenmesi bizi “hareket her şeydir, politik hedef hiçbir şeydir” kendiliğindenci anlayışına götürür. Bunun bir devrimci hareketi burjuva zeminlere kaydıran bir eğik düzlem olduğunu söylemeye gerek yok.
Bir kez daha, faşizme karşı mücadeleden söz eden politik hedefi de net biçimde ortaya koymalıdır. Bu, özellikle de “faşizmin yıkılma sürecinde” olduğu bir dönemde yaşamsal bir önem kazanıyor. Sosyal reformistlerin ve oportünistlerin laf kalabalığına getirip unutturmaya çalıştıkları nokta bu.
Tam da bu nedenle, sınıf bilinçli her devrimci işçi, her genç faşizme karşı mücadeleden söz edenlerden politik hedeflerini de net biçimde ortaya koymalarını istemelidir. Şimdi bütün devrimci politik güçlere şu sorulmalıdır: Faşizme karşı mücadelede politik hedefiniz nedir? Devrimci demokratik iktidar ve devrimci demokrasi mi yoksa burjuva toplum sınırları içinde kalan “haklar” mı?