Açlıkla ve ekonomik krizle devrimin bağıntısı, sosyal reformist yayınlara kadar görülmeye başlanmışsa, artık hemen herkes tarafından görülüyor demekte bir sakınca yok.

İşler, tam da Marx'ın daha 1850'lerde söylediği gibi, yürüyor. “Bunalımın kendisi ne kadar kesin ise devrim de o kadar kesindir” diyordu Marx.

Türkiye tekelci kapitalizminin derin bir kriz içinde olduğu artık tartışma götürmüyor. Krizin varlığını tekelci sermaye sınıfının sözcüleri, burjuva muhalefet vb. kabul ediyor. Ama onlar, kendi sınıf çıkarları açısından haklı olarak bu krizle devrim arasında bir ilişki kurmuyorlar. Daha doğrusu, kapalı kapılar arkasında, kendi aralarındaki konuşma ve sohbetlerde kurdukları bu bağı kitleler önünde itiraf etmiyorlar.

Bu bağı kurup, bu güne kadar, alenen, kitleler önünde söyleyen sadece Sakıp Sabancı olmuştu. Burjuva sınıfta korkunun tavan yaptığı 90'lı yıllarda, “gecekondulardan gelip boğazımızı kesecekler” demişti, şimdi gökyüzünde atalarının yanında olan bu burjuva. İç savaşın o fırtınalı günlerinde, korku, saklanamayacak denli büyümüştü burjuva saflarda.

Günümüzde burjuvazi, burjuvazinin politik temsilcileri, sözcüleri, gazetecileri, kısaca, onları temsil eden ne ve kim varsa, özenle bu bağı yoksul kitlelerin gözünden saklamaya çalışıyorlar. Ne var ki, gerçekler devrimcidir. Ömür billah yoksul kitlelerin gözünden saklanmaları mümkün değildir. Sosyal reformist, oportünist parti ve örgütlerin açlık-ekonomik kriz ile toplumsal devrim arasında bağıntı kurmaya başlamış olmaları bir işarettir; öyle kabul edilmelidir.

Bunu pekiştiren bir olgu daha, aynı parti ve örgütlerin yavaş yavaş parlamento ve sandıktan, seçimlerden umutlarını kesmeye başlamış olmalarıdır. Bu belirti bir kaybolup bir ortaya çıksa da süreç bu yönde ilerlemeye başlamıştır; arkası gelecek. Faşizmin seçimle, sandıkla yıkılmayacağının ufak ufak dile getirilmesi budur. “Ufak ufak” dememizin nedeni bellidir. Her şeye rağmen sosyal reformist ve oportünist güçler açıktan, doğrudan, iki anlama gelmeyecek şekilde “devrim” kavramını ve devrimin kaçınılmazlığı ifadelerini kullanmamaya çalışıyorlar. Bunun yerine, “faşizm yukarıdan hamlelerle yıkılacak” gibi anlamsız zevzekliklere başvuruyorlar. Bu zevzeklik onları kurtaramaz. Bir kez daha: gerçekler devrimcidir, er geç kendilerini kabul ettirirler.

Sosyal reformistlerin, oportünistlerin bu noktaya gelmiş olması, sınıf savaşında, iç savaşta, yeni bir duruma işaret ediyor. Bu yeni durum, devrimci güçlerin, devrimci öncü işçilerin, sadece devrime vurgu yapmakla yetinemeyecekleri, önlerine daha ileri görevleri koymaları gerektiğidir.

Birleşik toplumsal devrim artık bir propaganda meselesi değil, pratik, güncel bir meseledir. Leninistler, uzun yıllardır bu duruma işaret edip duruyorlardı. Kapitalizmin bunalımının bu son kriz dalgası ve üstüne binen pandeminin krizi derinleştirerek sürece olağanüstü bir hız katması gerçeklerin çıplak gözle görülebilecek denli olgunlaşmalarına yol açtı.

Bu noktada, devrimci güçlerin, sınıf bilinçli devrimci öncü işçilerin güncel görevi, yoksul emekçi kitleleri ayaklanmaya hazırlamaktır ve kendilerini de sınıf savaşının, iç savaşın bu en yüksek aşamasına hızla hazırlamalarıdır. Günümüzün acil, ertelenemez görevi budur. Tekelci sermaye sınıfı her adımda iç savaşın bu aşamasına hazırlanıyor. Dinci faşist iktidarın tüm hazırlıkları, tüm adımları buna yöneliktir. Son olarak polisin orduya ait neredeyse tüm silahlarını kullanmasına izin veren yönetmenlik değişikliği bunun son örneğidir. Yönetmenlikteki değişikliğe göre polis, artık ordunun elindeki ağır silahları kullanabilecek. 2016 yılında başlatılan bu süreç şimdi bir üst aşamaya taşınıyor.

Emekçi sınıfları, yoksul, işsiz, açlık çeken, eve ekmek götüremeyen kitleleri, evlatları, yakınları her gün katledilen, yoksulluğun yanı sıra faşist devlet terörünün yarattığı katlanılmaz acılarla boğuşan Kürt halkını, ulusal topluluk halklarını ayaklanmaya nasıl hazırlarız? Bu hazırlık ve hazırlama görevi, her şeyden önce isyan ve ayaklanmanın kaçınılmazlığını, kurtuluşun burjuva egemenliği yıkarak devrimci demokratik bir iktidar kurmaktan geçtiğini durmadan, aralıksız bir çalışmayla anlatmaktan geçiyor.

Açlığımızı ve acılarımızı ancak bir devrim dindirebilir. Bizden, işçi sınıfından, emekçilerden, yoksul kitlelerden, Kürt halkından çalınan tüm zenginliği burjuvaların elinden alıp bize geri verecek olan bir devrim!.. Çocuklarımızı katleden, işkence eden, yüz binlerce insanı zindanlara dolduran, kadın katillerini koruyan faşist devletin tüm kurumlarını dağıtacak olan bir devrim!..

Bize, devrimin organı olarak bir Geçici Devrim Hükümeti gerek; zenginliğin ellerinden alınmasına direnecek burjuva sınıfın, sömürücülerin direnişini bastıracak, kendini hiç bir yasayla sınırlamadan burjuvazi üzerinde diktatörlük uygulayacak bir hükümet... Kurulacağı ilk günden itibaren hiç bir çocuğun yatağa aç girmeyeceği bir hükümet.. Tüm zenginlikleri, fabrikaları, bankaları, büyük toprakları, emperyalistlere ait mali, askeri ne varsa onlardan alıp bize verecek bir hükümet...

Bunları, emekçi semtlerine, yoksul mahallelere giderek, gençliğe, halka anlatmak; genç-yaşlı, kadın-erkek fabrika işçilerine anlatmak günün acil meselesi, ertelenemez görevidir. En başta Leninist gençlerin görevidir. Sınıf savaşının, iç savaşın en yüksek aşaması ayaklanmadır. Yoksul, emekçi sınıfları bu konuda propagandayla aydınlatmak, bunun gerekliliği ve kaçınılmazlığı hakkında konuşmak, hemen bir ayaklanma çağrısı yapmak değil, ama devrimin bu toplumsal güçlerinde bu konuda açık bir bilinç oluşturmak her devrimcinin güncel görevidir.

Sosyal reformistler ve oportünistler açlıkla, ekonomik krizle devrimin bağını görüyorlar ama “yukardan hamle” zevzeklikleriyle, “maraza çıkarmak” laubaliliği ile sorunu geçiştirmeye çalışıyorlar. Ama aç, yoksul, işsiz, kölece çalışma koşullarında olan emekçi sınıfların, her gün katledilen, tecavüz ve tacize uğrayan kadınların, Kürt halkının ne zevzeklik kaldıracak halleri var, ne de laubalilik.

Onlar bu düzenden kurtulmak istiyorlar. Kurtuluşun bir devrime yol açacak ayaklanmadan başka yolu yok.