İki röportaj/haber yoksul kitlelerin, emekçilerin, ezilen, sömürülen; burjuvaların deyimiyle söylersek “ayakların” neden ayaklanmanın kıyısında gezindiklerini sayfalarca yazıyla anlatılamayacak bir açıklıkla ortaya koymuş. Emekçi kitlelerin nabzını elinde tutmak isteyen, yoksul kitlelere, emekçilere, işçi sınıfının ana gövdesine gitmeli.
Bu söyleşilerden ilki, iki muhabir gazeteciye ait. Söyleşi, İstanbul'un yoksul, emekçi semtlerinden Kuştepe'de, iki kişilik bir aileyle yapılıyor. Muhabir gazeteciler eve giriyorlar ve ailenin yoksulluğunu fotoğraf karelerine yansıtıyorlar. Boş buzdolabı, her şeyi anlatmaya yetiyor.
İnsanı isyan ettiren, toplumun vicdanını derinden kanatan bir resim karesi. Emekçi, yoksul kitlelerin durumu, içinde bulundukları maddi yaşam koşulları, ruh halleri, duyguları, düşünceleri, bundan daha iyi zor anlatılır.
Söyleşi yapılan yoksul yurttaş, durumu kısaca şöyle özetliyor: “Daha önce Allah sonumuzu hayretsin diyorduk, şimdi Allah taksiratımızı affetsin diyoruz. Çünkü artık isyan etmeye başladık. Böyle gideceğini sanmıyorum.”
Evet, yoksul kitleler artık isyan etmeye başlamışlar. Bu isyan henüz sokağa yansımış değil; konu komşu, eş dost arasında oluyor. Ama orada başlamışsa bir isyan, bunun sokağa yansıması kaçınılmaz.
İkinci söyleşi, yine İstanbul'dan ama bu sefer sokakta, semt pazarlarında yapılmış. Cebinde henüz azıcık parası olan ve onunla alış veriş yapanların pazara geldikleri saatte değil, cebinde, cüzdanında beş kuruş kalmamışların semt pazarına geldikleri saatte yapılmış. Muhataplar da doğal olarak işte toplumun bu en yoksul; pandemiyle birlikte, sayıları aritmetik değil, geometrik hızla artan insanlarıyla yapılmış.
Muhabirler, gördükleri manzarayı “İstanbul’un en merkezi semtlerinde bile sebze meyve ihtiyaçlarını pazar artıklarından karşılayan insanlarla karşılaşmak mümkün. Aylık geliri ucuzluğa bile yetmeyen emekli, öğrenci, çok çocuklu ailelerin ebeveynleri pazarın kapanış saatini bekliyor. Pazarcılar tezgâhlarını kamyonlara yükleyip pazar yerini terk ederken bu kez parası olmayanların mesaisi başlıyor” sözleriyle tanımladıktan sonra, pazarın kurulduğu her seferinde aynı manzarayı görmekten vicdanı kanamış bir pazarcının sözlerine yer veriyorlar.
“İnsanlar bir çürük elmaya muhtaç. ‘Bana sağlam elma verme’ diyor. ‘Bana çürük ver yeter ki ben çoluk çocuğuma götüreyim de bir fayda görsün.’ İnsanlar alamıyor. Bir çürük patates ne? Çürük patatesi götürüp evine çoluk çocuğuna yemek yapıyor. Anlıyor musunuz insanlar aç. Vallahi aç. Böyle gelip görseniz onları insanların içi acıyor. İnsanlar çok aç.”
Bu manzara karşısında “insanların içi acıyor” yani vicdanları kanıyor, çaresizlik içinde olmanın getirdiği isyan duygusu kabarıyor.
Türkiye ve Kürdistan'da halkların ezici bir çoğunluğu artık yoksulluğun ötesinde, gerçek, somut, elle tutulur biçimde açlık çekiyorlar.
Açlık nasıl bir felakettir? Bu, kelimelerle tarif edilemez bir felakettir. Öyle ki, açlık, diğer tüm sorunları, tüm problemleri, tüm dertleri, örneğin Corona virüse yakalanıp ölmek dahil, akla gelecek ne varsa hepsini ikinci plana itip kendisini öne çıkaran bir felakettir.
Anlamak için yaşamak gerekir. Şimdi, emekçi sınıfların, yoksul kitlelerin ezici bir kesimi bu felaketi yaşıyor. Emekçi sınıflar, yoksul kitleler, sömürülen, ezilen halklar açısından günümüzün ve önümüzdeki yılın gerçek felaketi işte bu olacak. Pandemi, bu felaketi hızlandıran, katmerleştiren, toplumun en ücra hücrelerine kadar yayan bir katalizör olacak; o kadar!
İnsanlar pandemiden değil, açlıktan; aç kalmaktan, çocuklarına bir ekmek bile götüremez duruma düşmekten korkuyorlar! Kapitalist üretim biçimi ise, dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye ve Kürdistan'da durmadan, her gün ve daha yoğun biçimde insanları bu felaket çukuruna yuvarlayıp duruyor.
Türkiye ve Kürdistan'da, dinci faşist iktidarın izlediği politikalar, tekelci kapitalist düzenin bu yasasını daha acımasız kılıyor.
Ama “böyle gideceğini” kimse düşünmesin. Bütün bunlar sadece bir ayaklanmanın habercisi olarak algılanmalı, böyle ele alınmalı. Sayıları on milyonları bulan emekçi yoksul, emekçi, sömürülen, aç kitleler bir ayaklanmanın eşiğindeler. Sosyal reformistlerin, burjuva sınıfla bu yoksul kitleleri uzlaştırma boş umuduyla yatıp kalkanların anlayamadıkları, anlamak istemedikleri gerçek olgu bu. Bunu anlamadıklarını yoksul kitlelere hala, “maraza” çıkarmayı, yani “haylazlık” yapmalarını önermelerinden de görebiliyoruz. Evet, emekçi sınıflar bir “maraza” çıkaracaklar ama o maraza sizin bildiğiniz gibi olmayacak. Düzenle birlikte sizi de silip süpürecek bir “maraza” olacak bu.
Leninistler, şimdi iki ülkenin, Türkiye ve Kürdistan'ın her bir köşesine yayılmış bu kitlelerle buluşmanın yollarını arayıp bulmalı, onlarla kaynaşmalı, onlarla güçlü bağlar kurmalı. Devrimi, devrimin kaçınılmazlığını, bu sefaletten, bu yoksulluktan kurtulmak için tek çarenin şimdiki tüm başları yere yuvarlamaktan geçtiğini anlatmalı.
Yoksul, aç kitleler isyan ediyor. Bu isyanın sokağa yansıması kaçınılmaz. Yoksul, aç kitleler sokağa çıktıklarında “ne yapmalıyız” sorusu için zaman geç olacak. O sorunun yanıtı şimdiden bulunup buna göre konumlanmak günün temel görevidir.
Tekrar etmekte yarar var: Bir harekat planınız varsa, şimdiki gücünüzün küçük olmasının bir önemi yok. Devrimci dönemlerde gelişmeler sıçramalar biçiminde gerçekleşir. İşçi sınıfıyla, sınıfın en yoksul kitleleriyle, emekçilerle, yoksul, işsiz, aç kitlelerle buluşmak için tüm bir enerjiyle hareket etmek, tüm zamanı buna ayırmak; atılması gereken adım işte budur. Bu adım ne kadar çok atılsa, o kadar çok daha atılması gerekir. Çünkü yoksul kitleler derya denizdir, önü-sonu yoktur.
Orta sınıflara değil, açlık çeken işçilere, yoksullara gidilmeli. Yaklaşmakta olan isyanda, ayaklanmada sonuna kadar gitme güç ve enerjisi bu kitlelerde saklı.
Bu kitleler ayağa kalktıklarında tuzu kuru orta sınıf çok bilmiş politikacılarının sandığı gibi, “maraza” çıkarmak için değil, baş olmak için ayağa kalkacaklar!