Fransa’da dinci faşistlerin eğitim emekçisi, öğretmen Samuel Paty’i kafasını keserek katletmesi, arkasından Nice kentinde yine bir dinci faşistin bir kilisede iki kişinin boğazını keserek, kilise dışına çıkıp bir kişiyi daha bıçaklayarak öldürmesi üzerine Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un ortaya koyduğu tepki bu soruyu gündeme getirdi.
Fransız devleti ve hükümeti, görünüşe göre “siyasal İslama” karşı savaş açmış. Fransa İçişleri Bakanı Gerald Darmanin de aynı yönde açıklamalar yapıyor. “İslamcı ideolojiye karşı savaş halindeyiz” diyor. Gerçekle alakası olmayan açıklamalar. Sadece sıradan Fransız yurttaşını ve muhtemelen onunla birlikte düşünmesini bilmeyen uzlaşmacı liberalleri etkileyecek açıklamalar.
Ama kişi söze değil, eyleme bakmalı. “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” derler. Fransız devleti ve hükümetinin bunu iyi bildiğinden şüphe edilemez. Macron, bunu RTE ile atışmasından birden fazla kez dile getirdi. Öyleyse, biz de Fransızların sözüne değil eylemine bakmalıyız.
Fransız İçişleri Bakanı, siyasal islam ideolojisiyle savaş halindeyiz diyor ama, Fransız Dışişleri Bakanı, beş yaşındaki çocukları bile inandırmayacak bir açıklamayla, Fransa’nın Ankara Büyükelçisini geri göndereceklerini açıklıyor. Gerekçesi de komik ötesi bir içerikte: “Nice saldırısında Ankara tutum değiştirdi”. Uzaktan yakından alakası yok. Dinci faşist iktidarın, dinci faşist saldırılara dönük tutum değiştirdiğinin izi bile yok.
Aksine, dinci faşist iktidar, dinci faşist katillerin saldırılarının her zaman olduğundan çok daha güçlü biçimde arkasında duruyor. Samuel Paty ve Nice’deki cinayetlerin talimatını veren El Nusra’nın Suriye’deki destekçisi ve koruyucu meleği Türkiye’dir. Dahası, RTE, Macron’a yaptığı hakaret ve aşağılayıcı sözlerin hiçbirini geri çekmiş değil. Çekemez de. Çünkü RTE, “İslam dünyası”nın dünya lideri olarak öne çıkmak istiyor ve bunun başlıca koşullarından birisi, dinci faşist katillere sahip çıkmak ise bir diğeri de İslamcı kitleyi etrafında toplayacak ajitasyona bir dayanak noktası bulmaktır. Macron ve Fransız hükümeti bugün için işte böyle bir dayanak noktasıdır.
Fakat bu, RTE’nin kendi kendine bulduğu ve kendine uygun gördüğü bir misyon değil. Bu misyon, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, aralarında Fransa’nın da olduğu emperyalistlerin RTE’ye biçtikleri misyondur. RTE, emperyalistlerin kendisine biçtiği misyonu yerine getirmekten başka bir şey yapmıyor. Emperyalistlerin İslamcı dinci faşistlere ihtiyacı var. Bu ihtiyaç soğuk savaş zamanından beri sürmekte, ama günümüzde çok daha acil ve önemli hale gelmiştir. Dinci faşistleri büyük silahlı güçler halinde örgütlemek görevi ise RTE’nin omuzlarına yüklenmiştir.
2018 Mayıs ayında RTE’nin İngiltere’ye yaptığı seyahati değerlendiren İngiliz The Telegraph gazetesi Türkiye'nin emperyalist-kapitalist sistem ile ilişkisi ve önemi hakkında şöyle yazıyordu:
“Erdoğan, dünyanın en çalkantılı bölgesinde anahtar önemdeki stratejik bir konumda olan, büyük ve güçlü bir ülkenin lideri.”
Bu, sadece İngiliz hükümetinin değil, tüm emperyalistlerin paylaştığı değerlendirmedir. Önemi oradan geliyor. Sözü edilen stratejik konum, Ortadoğu halklarına ve hala sosyalizme geri dönecek korkusuyla yatıp kalktığı Rusya’ya karşı olan konumdur. Bir başka İngiliz gazetesi RTE’nin aynı gezisiyle ilgili daha etraflı bir değerlendirme yapıyor. Şöyle diyor:
“Birincisi Türkiye sallantılı değil, kendisini adamış bir NATO müttefiki olarak tutulmalı. Kuvvet konuşlandırmaya hazır ve gayri safi yurtiçi hasılasının önemli bir kısmını savunmaya ayıran İngiltere, hala ittifakın Avrupa kanadının temel taşı olarak görülüyor. Bu nedenle Ankara'yla mümkün olan her konuda işbirliği doğru olur. NATO'nun geleceği buna bağlı olabilir. Türkiye hala ittifakın en büyük ikinci büyük ordusuna ve modern bir ateş gücüne sahip. Ortadoğu'daki gücü sağduyulu bir şekilde uygulanabilirse, bölgenin istikrarına katkıda bulunur”
Bu değerlendirme, aralarındaki tüm atışma, itiş-kakışlara rağmen emperyalistlerin her zaman RTE ve onun dinci faşist iktidarını desteklemelerini de açıklıyor. Bu emperyalistler arasında İngiltere ve ABD kadar Fransa ve Almanya da var. Bu emperyalistlerin “Ortadoğu’nun istikrarından anladıkları, her şeyden önce Türkiye ve Kürdistan devriminin tasfiyesidir. Ortadoğu’da herhangi bir halk devriminin gerçekleşmemesi, sermaye sınıfı egemenliklerinin güvence altında olmasıdır. Emperyalistlerin “Ortadoğu’da istikrar” diye anladıkları ve anlattıkları budur. (Şüphesiz bunun yanı sıra, Rusya’nın güney kanattan kuşatılması, Suriye’de mümkün olduğunca yıpratılması geliyor.)
Dinci faşist iktidar kendisinin de yaşadığı bu korkunun emperyalistlerin korkusu olduğunu biliyor ve bu yüzden Türkiye’nin bir devrim, komünizm tehdidi altında olmasıyla emperyalistleri korkutuyor, bununla tehdit ediyor. Bu, Türk burjuvazisinin yeni bir politikası değil. Türk burjuvazisi, 1950’li yıllarda NATO’ya girebilmek için Barış Derneği yöneticilerinden bir “komünizm tehlikesi” icad etmiş ve ABD’yi, Avrupalıları bununla korkutmuştur. Emperyalistlerin Türkiye’yi NATO’ya kabul etmelerinde bu politikanın önemli etkisi olmuştu.
Bugün, ayaklanma ve devrimler yüzyılında emperyalistlerin Türkiye’ye 1950’li yıllarda olduğundan çok daha fazla ihtiyaçları var. Türkiye, Suriye’de oynadığı rolle, beslediği, örgütlediği, silahlandırdığı ve bir savaş gücü olarak hazırladığı dinci faşist çetelerle önemli bir karşı-devrim merkezi haline gelmiştir. Emperyalistlerin sadece Türkiye’ye değil, onun emrindeki dinci faşist çetelere de ihtiyacı var.
Samuel Paty’nin ve diğer Fransızların katledilmesi talimatının Suriye’deki çetelerden gittiği bilinmesine rağmen, Fransa bu çetelere karşı neden operasyon düzenlemeyi aklından bile geçirmez dersiniz?