Hitler, Alman faşizmine düşünsel bir temel hazırlayabilmek için “Kavgam” adında bir kitap yazmıştı. Kendisi mi yazdı, bilemiyoruz ancak iddia kendisinin yazdığı yönünde ve öyle kabul edilir.
Peki ne vardı “Kavgam”da? Megaloman düzeyinde kendine olağanüstü misyon yükleyen, dünyaya gönderilmiş özel kişi olduğunu ima eden, narsist duygularla yazılmış bir sürü zırva, yalan, demagoji; Alman küçük insanını ayartmaya dönük şoven propaganda dışında hiç bir şey.
Faşizm, ideolojik gıdası yalan ve demagojidir. Hitler, kendisi Alman tekellerinin en sadık ve en kudurgan uşağı olduğu halde, kendisini ve partisini anti-kapitalist olarak gösterir. Kendisinin politik varlık nedeni anti-komünizm olduğu halde kendisini ve partisini Alman işçi sınıfı ve halkına “nasyonal sosyalist” diye pazarlar.
Alman faşizminin ideolojik çapı, buna çap denirse tabii, bundan bir milim ileri gitmez. Ya Türkiye faşizminin ideolojik dayanağı? Türkiye’deki faşist hareketin kurucusu sayabileceğimiz Türkeş, atası Hitler gibi, böyle bir dayanak yaratma çabası içinde olmuştu. Şimdi en süzme faşistin bile ne adını andığı ne de eline aldığı “Dokuz Işık” kitabı, işte bu çabanın ürünü olmuştur. “Dokuz Işık” adlı kitap, faşist tosuncukların başucu kitabı olarak elden ele dolaştırılırdı bir zamanlar. Türkeş, Hitler’in izinden yürüyordu.
“Dokuz Işık”, tıpkı Hitler’in “Kavgam”ı gibi yalan ve demagojilerle dolu, bilimsel düşünce namına kırıntının bile söz konusu olmadığı bir kitaptı. Kitlelerin kapitalizme duyduğu nefreti kullanabilmek için anti-kapitalist olduğunu ileri sürecek kadar yalan ve demagojiye sarılıyordu. Faşistler, emekçi sınıfların faşizme karşı kin ve nefretlerini bildikleri için, faşizm kavramına sahip çıkmaz, faşist olduklarını kabul etmezler.
Sadece bu bile faşizmin, faşistlerin bir “fikir”, bütünlüklü bir dünya görüşüne sahip olmadıklarını anlatmaya yeter.
Faşizm, toplumsal bakımdan, esas olarak, toplumun en alt kesimlerine, lümpen tabakalara, serseri, mafya, hırsız, ipten kazıktan kurtulmuş kesimlere dayanır, toplumsal desteğini oradan elde etmeye çalışır. Dolayısıyla, kültürü, dili, mizah anlayışı, toplumun bu kesimlerine uygun, bu kesimlerin benimseyeceği, bu kesimlerin etkileneceği bir içerikte olur.
Dinci faşizmin başının lümpen üslup kullanmasının nedenlerinden biri budur. Çünkü bu üslup, toplumsal dayanak haline getirmek istediği sözünü ettiğimiz kesimlerin anlayacağı, hoşlarına gideceği, “bu bizdendir” diyecekleri bir üsluptur. Bir diğer nedeni de zaten başka bir üslubunun olmamasıdır.
Tekelci sermaye sınıfı, öteki tüm emperyalist-kapitalist ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de bilgi birikimi olan, kendini çok yönlü geliştirmiş, sanat, edebiyat ve müzikte ileri bir beğeni düzeyine sahip; tarih, felsefe gibi alanlarda bilgi birikimi ileri düzeylerde olan politik liderler değil, cahil, nobran, nobranlığı için gerekli cesareti cehaletinden alan kişilere ihtiyaç duyuyor, böylelerini politik iktidarın tepe noktalarına getiriyor.
Uzun yıllar faşist hükümetlerin başında kalan, en son Cumhurbaşkanı da olan Turgut Özal’ın boş zamanlarında “Teksas, Tommiks” kitapları okuduğunu kendisi açıklamıştır. Faşist devlettin tepe kadrolarının kültürü bu. Bu kültür emekçi sınıflar ve ezilen halklar üzerinde nasıl bir “fikri iktidar” kurabilir? Kuramaz, kuramadılar. Fikir yok ki, iktidar olsun!
Şovenizm, Türkçülük, Turancılık vb propaganda tutmayınca kitleleri karşı-devrim cephesine çekmede kullanılacak elde bir din ideolojisi kalmıştı. “Türk-İslam Sentezi” diye, 12 Eylül faşist darbesinden beri dinci faşistlerle MHP’li faşistleri bir araya getirmeye ve bu “sentez”le kitleler üzerinde “fikri” iktidar kurmaya çalıştılar. Türkçülük-şovenizm tutmayınca şeriat düşüncesini öne çıkarmaya başladılar.
Başta sinsice, amaçlarını gizleyerek işe koyuldular. Çünkü, şeriat düşüncesinin toplumun ezici bir kesiminde büyük bir tepkiye yol açacağını biliyorlardı. Faşizm her zamanki gibi, gerçek amacını, gerçek düşüncesini kitlelerden saklıyordu. Nihayet, zamanının geldiğini düşündükleri bir zamanda dillerinin altındaki baklayı çıkardılar. Bundan yaklaşık on ay önce RTE, gerçek amaçlarını şu sözlerle ortaya koydu:
“Hangi sebeple olursa olsun Kur'an'ın emirlerini yok saymak, hafife almak veya hükümsüz kılmak bir Müslümana yakışmaz. Dolayısıyla dinde ekleme, çıkarma yani bidat olmaz. 'Bana uymuyor, zamana uymuyor, hoşuma gitmiyor, aklım almıyor' bahanesiyle kimse nasları inkar edemez. Çünkü bir Müslüman; dinini hayatın şartlarına göre değil, hayatını inancının esaslarına göre uyarlamakla mükelleftir. Şayet insan inandığı gibi yaşamazsa, bir süre sonra yaşadığı gibi inanmaya başlar. Din, kişinin hayatına nüfuz etmezse, kişi zamanla yapıp ettiklerini dinleştirme yanlışına düşler. Bunun için İslam bize göre değil, biz İslam'a göre hareket edeceğiz. Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz”
Kısacası, şeriat hükümlerine göre yaşayacak, dinin hükümlerini hayatlarının merkezine yerleştireceklerdi. Şüphesiz bu yaşam biçimini topluma dayatacaklardı.
Başaramadıklarını kendileri itiraf etti. Bundan sonra da başaramayacaklarını biz söylüyoruz.