Önce Süleyman Soylu, İçişleri Bakanı olarak bilinir kendileri, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nı, kabadayı ağzıyla azarladı. AYM, “Şehirler arası karayollarında gösteri ve yürüyüş düzenlenemez” hükmünü iptal etmişti.
İktidarın sopalı fedaisi rolündeki SS, “vay sen misin bunu yapan” deyip AYM Başkanına ancak sokak kavgalarında rastlanacak şu sözlerle saldırmıştı:
“Madem özgür bir ülkeyiz, ana caddelerde, sokaklarda özgürce yürüyüş hakkının ortadan kaldırılmasını onayladınız. (Halbuki AYM bunun tersini yapmıştı ya SS’in bunu kavrayacak hali yokmuş -bn.) Polis Koruması almana gerek yok. Bisikletinle işe git gel bakalım. Anayasa Mahkemesi Başkanı’na söylüyorum, kendi arabamla tek başıma gitmeye ben varım, sen var mısın?”
Devam etmeden bir ara not düşmemiz lazım: Bu kavgada herhangi bir nedenle ya da herhangi bir biçimle bizim AYM ya da başkanını savunmamız söz konusu olamaz. Faşist devletin kurumları arasındaki gerçek ya da danışıklı kavgada taraf olmak işçi sınıfının, emekçilerin, ezilen halkların çıkarlarıyla en ufak bir ilgisi yoktur. Sosyal reformistlerin, liberallerin, uzlaşmacıların “demokrasi mücadelesi” adına AYM tarafında yer alma ihtimaline karşı bu uyarıyı yapma ihtiyacı duyuyoruz.
Devam edelim.
Daha sonra “ışıklar yanıyor” şaklabanlığıyla süren bu kavga, bize, dinci faşist iktidarın gelecekle ilgili, aslında daha önce de işaret etmiş olduğumuz planlarıyla ilgili ipuçları veriyor. Bu soruna ilgimizin kaynağı burası.
Nedir bu ipuçları? Bu, her şeyden önce, iktidarın “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adını verdiği yapıyla başlattığı tüm yetkilerin tek merkezde toplanması ya da yetkilerin merkezileştirilmesi sürecinin devam ettiğini görüyoruz.
Tüm gelişmeleri bütünlüğü ve birbirleriyle ilişkisi içinde ele almak, bilimsel yaklaşımın ve doğruya ulaşmanın koşuludur. Bu gelişmelerin içinde, Türkiye Barolar Birliği’nin bölünmesinden tutalım da faşist Devlet Bahçeli’nin hedef tahtasına yerleştirdiği Türk Tabibler Birliği’ne, oradan, “ışıklar yanıyor” tweeti bahane edilerek bir adım ileri götürülen AYM kavgası vb vb. var.
RTE, iktidarın başı, “TTB, bunun gibi kimi meslek kuruluşları, açıkça Anayasa’ya aykırı faaliyet içindedir” sözleriyle sıranın, örneğin TMMOB gibi örgütlere geleceğini de aslında şimdiden duyurmuş oluyor. Bu tabloya, 6-8 Ekim serhıldanı bahanesiyle HDP’ye karşı başlatılan gözaltı/tutuklama operasyonunu da eklemek gerek.
Devrimci durum, başka bir ifadeyle, ekonomik ve politik kriz, bununla birlikte büyüyen birleşik devrim ve birleşik devrimden duyulan korku dinci faşist iktidarı ve tekelci sermaye sınıfını daha hızlı kararlar alabilecekleri yeni yeni düzenlemelere zorluyor. Artık kendi yasaları, yasallıkları onları demir bir mengene gibi sıkıyor, nefes alamaz hale getiriyor.
Unutmamak gerekir ki, bu iktidar bir iç savaş iktidarıdır. İç savaşı kazanmanın yolu daha seri hareket etmeyi gerektirir. Baskı ve terörü kılıfına uyduracak yasal süreçler artık faşizmin ayağına takılan engeller haline gelmeye başlıyor. Süleyman Soylu’nun ve daha sonra onun arkasında duran RTE ve diğerlerini bu şekilde davranmaya zorlayan neden budur.
Tekelci sermaye egemenliği, ayakta durmak için, birleşik devrim tehdidini savuşturmak için, en azından şimdilik bu dinci faşist iktidara ihtiyaç duyuyor. Bu anlamda, RTE’nin farklı zamanlarda söylediği şu cümlenin anlamı üzerinde dikkatle durulmalı: “Artık Cumhur İttifakı'nın kaderiyle ülkemizin kaderi bütünleşmiştir.”
Çok açık değil mi? Ülkenin yani “Cumhur ittifakı”nın yani dinci faşist iktidarın yıkılmasına izin vermeyecekler. Şöyle de diyebiliriz; dinci faşist iktidarın yıkılmasına izin vermek, ülkenin yıkılmasına izin vermektir. Kim izin verir ki! Öyleyse soralım, hala bu iktidarın seçimle gideceği hayalini görmeye devam eden var mı?
Dinci faşist iktidar, toplumu terörle yönetiyor. Terörde gaddarlık sınırı tanımadığı, en son Kürt köylülerin helikopterden atılmasıyla bir kez daha görüldü. Terör, insanların sorgusuz sualsiz sokak ortasında kurşunlanmasıdır. Biliyoruz, görüyoruz, insanların sorgusuz sualsiz polis, asker ya da sivil faşist tarafından kurşunlanmaları vakayı adiye haline gelmiştir.
Terör budur. “Terör, daha çok korkuya kapılmış insanların -biz buna devlet ve iktidarları da ekleyebiliriz- kendilerine güven tazelemek için giriştikleri süreğen, yararsız gaddarlık anlamına gelir.” Korkuyorlar ve korktukça hem daha çok teröre başvuruyorlar hem de en ufak bir engele bile tahammül edemez hale geliyorlar. Bir aldatmacadan başka bir şey olmayan “güçler ayrılığı”nın bu biçimsel haline tahammül edememeleri budur.
Sermaye merkezileştikçe politik güç ve yetkiler de merkezileşiyor, daha az elde toplaşıyor. İç savaş ve devrim korkusu politik güç ve yetkilerin daha az elde merkezileşmesinin önemini yaşamsal kılıyor. Ancak bu merkezileşmenin modern topluma dar geleceğini, tarihsel gelişme ile çatışmaya gireceğini de eklemeliyiz.
Ayakları üzerinde duran modern bir toplumu, bir halkı böyle zorba yöntemlerle uzun süre egemenlik altında tutamazlar. Darkafalı burjuvanın hesaba katmadığı gerçeklik budur ve bunun belirtilerini sokakta her gün görüyoruz. Emekçi sınıflar, ezilen halklar ve bunlara görünmez bağlarla bağlı vicdan sahibi aydınlar, “korkmuyoruz” diye meydan okuyorlar.
Korkmuyoruz! Birleşik devrimi durduramayacaksınız!