Uzunca bir dönemdir dış savaşların içindeyiz. TSK sınırların ötesinde dört cephede aktif savaş halinde. Her ne kadar Libya’da şimdilik bir ateşkes süreci yaşanıyorsa da...
Bu dış savaşlar, duru gökte çakan şimşekler değil. Durduk yere “Osmanlı hayalleri” kuran, fanatik, ayakları yere basmayan bir ekibin kendini bilmez işleri değil. Hemen her dış savaş, dış koşullardan daha çok ve daha önce, iç koşulların ürünüdür. Türk tekelci sermayesini ve dinci faşist iktidarı, savaş atını dolu dizgin ülke sınırları ötesine sürmeye zorlayan şey, ülkedeki baş edilmez koşullardan başka bir şey değil.
Öte yandan, dinamik bir ilişkidir söz konusu olan. İçerideki koşullar dışa dönük saldırganlığı ve savaşları tetiklerken, dış savaşlar da içeride yeni baskı ve saldırı dalgası, yeni gruplaşmalar, yeni ittifaklar anlamına geliyor. Böylece süreç karşılıklı olarak birbirini besleyen kutuplar olarak ilerliyor.
İçeride uzun süreli iktisadi ve siyasi krizin yarattığı ve bir türlü bastırılamayan toplumsal hareket, tek sözle birleşik devrim, dinci faşizmi ve tekelci sermayeyi dışarıda alabildiğine ucu açık maceralara sürükledi. Suriye (ve Rojava), Irak (Güney Kürdistan), Libya ve Karabağ (Artsakh)... Doğu Akdeniz ise şimdilik hızlı bir geri çekilmeyle durulmakta.
Bu savaş ve savaş gerilimleri, faşizmin içerideki saldırganlığına ek itki sağladı. Adım adım, hatta koşar adım, her türden “anayasal hayaller” ve (Ayhan Bilgen’in isabetli tanımıyla) “demokrasicilik oyunu” berhava oldu.
İlginçtir, tüm bu artan saldırganlık, sürekli RTE’nin kişisel iktidar hırsıyla, “bağırsak ortaklığıyla” birbirine bağlı bir güruhun daracık çıkarlarını her şeyin üstünde tutan mafyatik yaklaşımıyla açıklanmaya çalışıldı. Gerçekliğin şaşılası bu tek yanlı kavranışı, her dönem pek çok kişi ve siyasal hareketi nice çıkmaz sokaklara hapsetmiştir!
Hiç kuşkusuz bu “mafyatik ekip” ve onların istek ve eğilimleri bir etkendir. Hatta kimi zaman önemli bir etkendir. Ama bu eğilimi, süreci belirleyen düzeye çıkarmak, atılan her adımı bununla izaha çalışmak da nesi! Hatta iş öyle komik bir hal alıyor ki, RTE ve ekibi hangi adımı atarsa hemen anket sonuçları saçılıyor ortaya. “İlk seçimlerde gidicisiniz” çığlıkları atılıyor sonra. Dinci faşizmin her adımı, hep bu seçim ve oy hesabıyla izah edilir oluyor. Ve koca bir toplumsal mücadele dönüp dolaşıp sandığa sıkıştırılıyor.
Önce “çözüm süreci” geldi, ardından “savaş süreci”. Ne için? Karşımıza çıkan açıklama kabaca şöyle: RTE iktidarda kalmak için önce bu adımı attı, ardından başkanlık işi zora girince (Selo’nun “seni başkan yaptırmayacağız” çıkışı hatırlansın) ittifak değiştirdi, Ergenekoncularla ittifak yaptı. Böyle uzayıp gidiyor hikaye. Oysa çok daha net başka bir “hikaye” var. “Çözüm süreci” öncesi Kürdistan’daki savaşın seyri, Şemzinan hattında denetimin tümden yitirilmesi vs hatırlansın. Soluksuz kalan karşı-devrimin “acil bir mola”ya nasıl büyük bir ihtiyaç duyduğu görülür. Bugün hala devleti “çözüm süreci”ne ikna etmek için akıl verip duranların bir türlü anlayamadıkları şey, tam da budur. O dönem yıpranan ve hızla bir dağılma sürecine giren güçlerini toparlama ihtiyacı, faşist devleti bu adımı atmaya zorladı. Tekelci sermaye iktidarının “çözmek” zorunda olduğu konu, “Kürt sorunu” değil, kendi dağılan güçlerini toparlama sorunuydu. Bunu da yaptı.
Bir kez daha... “burjuvazi bir yöntemden diğerine, keyfi nedenlerle geçmez”.
Dinci faşist iktidar ve tekelci sermaye, attığı tüm adımları devrimin baskısı altında attı. İşçi sınıfı ve emekçilerin, Kürt halkının mücadelesini ezmek, yok etmek ereğiyle hareket etti. Hala da aynı temel erek için mücadele ediyor. Bu erek uğruna yol alırken kimi zaman bir “tek adam”, bir “mafyatik ekip” yahut başka tür bir ilişkiler ağı öne çıkıyor. Ama erek/amaç, yahut hareketin temel saikleri değişmiyor.
Dış savaşları da, şu an ülkeyi kasıp kavuran saldırı dalgasını da açıklarken bu noktayı temel almak gerekiyor. Aksi halde sermayenin “muhalefet” partilerinin tutumunu açıklamak mümkün olmaz. Bütün dış savaşlarda şaşmaz bir şekilde aynı tutumu almaları, Kürtlere ve sosyalist güçlere yönelik saldırılarda en hafif deyimle sessiz kalmaları ya da çok silik bir tepki göstermeleri, “tek adam” işleriyle açıklanacak bir mesele değildir. Tekelci sermaye sınıfının egemenlik sorunudur söz konusu olan. Devrimle hesaplaşma sorunudur. O meşhur ifadeyle, “beka sorunu”dur.
İnsanlarımız helikopterden atılıyor; sokak ortasında kurşunlanıyor; alenen işkenceye uğruyor; “dokunulmazlık zırhı” içindeki milletvekilleri basit bir polis müdürü tarafından aşağılanıyor, vali tarafından hakaretlere uğruyor; belediyelere kayyum atanıyor, belediye başkanları tutuklanıyor; binlerce insan “sosyal medya paylaşımları” nedeniyle soruşturmaya uğruyor, hapse atılıyor; dinci faşist iktidar mevcut haliyle kendi yasalarına ve kurumlarına bile tahammül edemiyor, AYM dahil kurumlara savaş açıyor; bütün demokratik kitle örgütleri saldırıya uğruyor; kendi “kahverengi gömlekliler”ini kurumsallaştıran dinci faşizm, çeşitli paramiliter gruplar yaratıyor... ve birileri çıkıp hala anketlerden, sandıktan, seçimden bahsediyor! Aynı kötü çukura düşmekten hala bıkmadık mı!