Dinci faşist iktidarın buldozeri yani yol açıcısı diyebileceğimiz faşist Devlet Bahçeli yine ağzını idam cezasının geri getirilmesi için açtı.
Bu, konuşma özürlü, üniversite kariyerinde asistanlıktan doçentliğe sittin senedir zıplama becerisi gösteremeyen, uzatmalı asistan, kıdemli faşist idam cezasının geri getirilmesi tartışmasını bir kez başlatınca hazır kıta bekleyen faşistler de gaza bastılar.
Önce, şu sosyal reformistlerin, uzlaşmacı küçük burjuva partinin, liberallerin pek önem verdikleri Meclis’in başkanı topa girdi ve önemi (ya da soran) varmış gibi kanaatini bildirdi:
“Çok sınırlı ve belirli suçlara mahsus olmak üzere idam cezasının bulunması gerektiği kanaatindeyim”
Hemen arkasından AKP Grup Başkanvekili unvanı taşıyan Cahit Özkan nam kişi sazı eline aldı ve şöyle buyurdu:
“Eğer vatandaşlarımız ülke barışını, huzurunu tehdit eden suçlarla ilgili idam cezası istiyorsa biz de parlamentoda bunun gereğini yapmak zorundayız”
İdam cezasının geri getirilmesi, dinci faşist iktidarın, duruma ve ihtiyaca göre, ara ara gündeme getirdiği bir konudur. Yani ilk defa olmuyor. Örneğin 2016’da, o dönem henüz ortak olmayan Bahçeli ile RTE arasında geçen “yağlı urgan” tartışması hâlâ hafızalarda canlıdır.
Bu tartışmaların tümünün ortak noktası, RTE’nin her seferinde topu Meclis’e atıp,“Meclis yasayı çıkartır, önüme gelirse bekletmeden onaylarım” demesidir.
Yasal mevzuat nasıl, Türkiye’nin altına imza attığı Birleşmiş Milletler anlaşmaları idam cezasının geri getirilmesine izin veriyor mu vermiyor mu tartışması konumuz dışı. Bu, dinci faşist iktidarın ve hukukçuların sorunudur.
Bizim üzerinde durmak istediğimiz nokta, zindanların tekelci sermaye egemenliği kapsamında nasıl bir yer tuttuğu ve tekelci sermayenin, dolayısıyla tekelci sermayenin politik iktidarlarının devrimci politik tutsaklara hangi gözle baktığıdır.
Baştan söyleyelim, tekelci sermaye sınıfının tüm politik iktidarları yani sadece şu anki mevcut dinci faşist iktidar değil, hemen hepsi, devrimci politik tutsaklara rehine gözüyle bakıyorlar, bu şekilde yaklaşıyorlar ve sınıf savaşında gerektiği yerde işçi ve emekçi sınıflara, Kürt halkına, yoksul kitlelere, “ileri giderseniz evlatlarınızı asarız” mesajı vermekteler.
Faşist Evren, 12 Eylül döneminde icraatına devrimcileri idam ederek başladı. Daha doğrusu, 12 Eylül faşist iktidarı devrimci tutsakları idam etmeyi birinci görev edindi. Yani sorun kişi sorunu değil, sermaye egemenliğinin korunması ve devam ettirilmesi sorunuydu. Çünkü işçi ve emekçi sınıfların, Kürt halkının, yoksulların terörize edilerek susturulmaları, sokaklardan evlerine geri çekilmeleri tekelci sermayenin elindeki bu silahı etkin kullanımına bağlıydı.
Faşist Evren, tekelci sermaye sınıfının bu politikasını sonra şu “veciz” sözüyle özetlemişti: “Asmayıp da besleyelim mi”
Ellerinden geldiğince beslemeyip astılar. Ne zamana kadar? Emekçi sınıflarda, yoksul kitlelerde, Kürt halkında iktidarın bu politikasına ciddi bir öfkenin toplaştığını hissetmeye başlayana kadar. O andan itibaren, idam cezalarını onaylamayı, infaz etmeyi bıraktılar.
Faşist devlet, örneğin, Öcalan tutsak edildiğinde idam cezası yürürlükte olmasına rağmen, Kürt halkı ve devrimin diğer toplumsal güçlerinden duyduğu korku nedeniyle, idam cezasını uygulama yoluna gidemedi. 90’lı yıllarda başta Kürt halkı olmak üzere, iki ülkenin emekçi sınıfları ayaktaydı, şiddetli bir iç savaş yaşanıyordu ve tekelci sermaye sınıfı iktidarının bir devrimle yıkılması korkusunu yaşıyordu. İşte bu koşullarda hükümette olan faşist Devlet Bahçeli bile idam konusunu gündeme getirmeye cesaret edemedi; edemezdi.
Buradan şu önemli sonuca ulaşıyoruz: Tekelci sermayenin ve onun politik iktidarlarının idam cezasını uygulamaları devrimci kitle hareketiyle, birleşik devrimin toplumsal güçlerinin içinde bulundukları koşullarla doğrudan bir bağ içindedir. İdam cezası sorununu ihtiyaç gördüklerinde gündeme getirmeleri ancak pratiğe geçirmeye cesaret edememeleri tamamıyla bu bağın sonucudur. Tıpkı, tutsaklara tek tip elbise giydirmeyi gündeme getirip getirip uygulamaya cesaret edememeleri gibi.
İkinci önemli sonuç şu: İdam cezası olsun, devrimci tutsaklarla ilgili başka bir sorun olsun, dinci faşist iktidarın gündeme getirmesini sırf bir “gündem değiştirme” ya da “seçimler”le alakalı göstermek son derece sığ bir yaklaşımdır. Bu tür konuların gündeme getirilmesinin bu tür yan etkileri, yan sonuçları olsa bile -ki olması kaçınılmaz- esas nedeni “gündem değiştirme” vb olamaz.
Bu tartışmaların temel nedeni, ikincil derecedeki etkilerini bir an için ihmal edersek, emekçi sınıfların ve Kürt halkının ayaklanma eğiliminin, birleşik bir toplumsal devrim yürüyüşünün önünü kesmektir. Bir ayaklanmadan korkuyorlar ve korktukça korkutmaya çalışıyorlar.
Zindanlar ve zindanlarda rehin tutulan devrimci tutsaklar, tekelci sermaye sınıfının ve dinci faşist iktidarın başlıca “şantaj silahı”dır.
Bu silahı onların ellerinden almak, yani zindanları yıkıp tutsakları özgürleştirmek, özgürlüğü elde etmek, birleşik devrimi zaferle taçlandırmak için yerine getirilmesi gereken başlıca koşuldur.