Kaldığımız yerden devam edelim.

70’li yıllar biliniyor. Faşist darbeden üç-dört yıl sonra sınıf mücadelesi büyük bir ivme kazandı. Grevler, direnişler, devrimci fikirlerin iki ülkenin en ücra köşesine yayılmış, faşistlerle çatışmalar başını alıp gitmişti. İşçi sınıfı, emekçiler ve Kürt halkı ile sermaye sınıfı arasındaki sınıf savaşı çok sert bir hal almaya başlamıştı.

İki meclis ortada dururken, sermaye sınıfı gerici iç savaş kararı aldı. 1 Mayıs 1977 katliamı bu iç savaşın başlangıcı kabul edilebilir. Bunu sayısız irili ufaklı faşist katliamlar ve arkasından 16 Mart katliamı, onun da arkasından Maraş katliamı izledi. İki Meclis, Senato ve TBMM yani “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” olduğu yerde duruyordu; halklar katliamlarla boğuşuyordu.

Bu arada, belirtmeden geçmeyelim, örneğin Maraş katliamı için uygun İçişleri Bakanı, ordu kökenli, İrfan Özaydınlı, eskisi bir komployla istifa ettirilerek hükümete eklemlenmişti: Fail, Ecevit idi. Maraş katliamı, işte bu asker kökenli İçişleri Bakanı zamanında, askerlerin gözetimi altında gerçekleştirildi. Yani, sermayenin politikasına uygun Bakan değişimi parlamento eliyle değil, bir kişinin iki dudağı arasından çıkan sözlere göre yapılıyordu. Parlamentonun sınıf savaşı karşısındaki hükmü budur.

Devam edelim.

Sermaye sınıfı ve emperyalist sermaye iç savaşı bu şekilde kazanamayacağını anlayınca bir kez daha orduyu devreye soktular. Perdenin arkasında duran emperyalist sermaye, örneğin ABD, “bizim çocuklar işi becerdi” diye seslenerek perde arkasında olduğunu belli etti.

12 Eylül’de Anayasa, siyasi partiler, iki meclis vs vs. hepsi lağvedildi. Dahası, burjuva partilerin başkanları, emaneten de olsa ve emekçi sınıfları, ezilen halkları aldatmak amacıyla, Zincirbozan’a, Mamak’a götürülüp “misafir” edildiler.

Evren denen faşist, “O Anayasa bize bol geldi; içinde oynamaya başladık” diyordu. Anayasanın hükmü de buraya kadardı işte. Yeri gelmişken, toplumsal sorunların çözümünü yeni bir anayasada görenlere duyurulur. “Yasaları yorumlamak onu yazanların değil, uygulayanların işidir” Yeni anayasa ve ona dayanacak “güçlendirilmiş parlamenter sistem” önerisinde bulunmadan önce Marx’ın bu sözünü başucu yapmanızda yarar var. Kenan Evren, bu tescilli faşist, zekasından beklenmeyecek bir kesinlikle Marx’ın sözünü kanıtladı. Anayasayı o yorumluyordu.

12 Eylül’den sonra ne oldu? Tekelci sermaye egemenliği, sermaye birikimine ve merkezileşmesine paralel olarak giderek daha az elde toplandı. Sabancılar, Koçlar, Eczacıbaşılar sahne önündeydiler artık.

“Parlamenter sistem” de olsa kapitalist düzende söz ve karar sahibinin sermaye sınıfı olduğunu anlamanız için bu kapitalistlerin Ecevit hükümetini ilanlarla nasıl düşürdüklerini bir hatırlayıverin. O meşhur, tam sayfa TÜSİAD ilanlarından sözediyoruz. Ekonomik kriz derinleşiyordu, onunla birlikte iç savaş da giderek derinleşiyordu. Bunun üstesinden gelecek, sermayenin daha hızlı merkezileşmesini sağlayacak kararlar alacak ve emekçi sınıfların her türlü hareketini zorla bastıracak bir hükümete ihtiyaçları vardı.

Türkiye’de hükümetler parlamento tarafından değil, tekelci sermaye sınıfı, bu sınıfın da en irileri tarafından ve emperyalist mali sermaye tarafından tayin edilir. Daha sonra 24 Ocak kararlarını alacak Demirel hükümeti böyle tayin edildi; parlamentoya düşen tayin edileni onaylamaktı. Onayladı. Ancak çok geçmeden, 24 Ocak kararlarını uygulamak için Demirel hükümetinin yeterli olmadığı ortaya çıkacaktı. Düşürülmesi gerekiyordu. Anayasayı yorumlayan ve onu “bol” bulan Evren bu işi üstlendi. Arkasından Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar ve tabii ki ABD vardı.

Çünkü, iç savaşı kazanmak için hızlı ve etkili kararlar almak zorunda olduklarını düşünüyorlardı. İç savaş, dış savaştan pek çok farklılık gösterse de o da nihayetinde bir savaştı ve oyalanmaya, kararsızlığa, hantallığa gelmezdi. Haklıydılar, oyunun kuralı budur. Parlamentoyu tabuta usulca yerleştiren bizzat sermaye sınıfının kendisi oldu.

Sermaye, faşist terörü, MHP’li faşistleri geri çekerek sadece ordu eliyle uyguladı. Kısa bir süre sonra da, önce danışma Meclisi, bir iki yıl sonra da seçimler düzenleyerek bildiğiniz normal parlamentoyu açtı. Parlamenter sisteme geri dönüldü anlayacağınız.

90’lı yıllara, işçi sınıfı eylemleri ve UKH’nin silahlı mücadelesiyle girildi. Sınıf mücadelesi tekrar yükseliyor, uzlaşmaz sınıflar arasındaki mücadele kızışıyor ve derinleşiyordu. Kürdistan’da serhıldanlar dönemi başlamıştı. Devlet güçleri karakollardan dışarı çıkamaz hale gelmişlerdi. Burjuva partiler, birer tabela partisine dönüşmüşlerdi. Sermaye sınıfı, “Kürdistan’ı kaybetme” paniğine kapılmıştı.

Kenara çekilmiş faşistler göreve çağrıldı. Özel timler oluşturuldu. Nefes almak için Talabani Öcalan’a gönderildi ve “ateşkes” kotarıldı. Bunları “demokrat” Özal yaptı. Parlamento açıktı, hem de ardına kadar. Sermaye hazırlıklarını tamamlayıp Özal dahil bazı isimleri tasfiye ettikten sonra kanlı bir iç savaş başlattı. Sivas katliamı, SHP, yani CHP hükümet iken gerçekleştirildi.

Parlamento? Orhan Doğan’ın gözaltına alındığını gösteren fotoğraf karesi, “dokunulmaz sanılan Meclis üyelerinin sıradan bir sivil polis karşısında bile ne kadar hükümsüz olduğunu anlatmaya yeter. Sözümüz Orhan Doğan’a değil şüphesiz.

Bu kare çekilirken “tek adam yönetimi” yoktu; çok adam yönetimi vardı. Tek parti iktidarı yoktu, çok parti iktidarı, koalisyon vardı. Peki parlamentonun hükmü? O ne işe yarıyordu? Türkiye’yi o mu yönetiyordu. Onu dinleyen, sözüne kulak veren mi vardı? Parlamento, iç savaşı yürüten burjuva güçlerin, askerin, polisin emrindeki bir aygıttı, o kadar; ne bir eksik ne bir fazla.

“Tek adam” rejiminin olmadığı, aksine çok sayıda “adam”ın yönetimde etkin olduğu 90’lı yıllar baştan sona katliamlarla, “1000 Operasyon”la açık infazlarla, köy yakmalarla vb vb. anlatmakla bitmez faşist terörle geçti.

Bugün emekçi sınıflara, ezilen halklara kurtuluş yolu olarak tekrar eski parlamenter sisteme dönüşü gösterenler işte bu geçmişe dönmek istiyorlar.

Denilebilir ki, biz eski parlamenter sisteme değil, “güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçişi savunuyoruz”.

Bu bir laf kalabalığıdır. Güç yani zor araçları kimin elindeyse parlamentonun dayanacağı anayasayı yorumlamak da onların işi olacak. Parlamento ya da anayasanın bol mu geldiğine, dar mı geldiğine sadece parayı ve zor araçlarını ellerinde tutanlar karar verebilecek.

Bu düşünce sahiplerinin “ama bizim de elimizde zor araçları olacak” diyeceklerini sanmıyoruz. Parlamentoyu, diyelim ki hava saldırılarından, top atışlarından koruyacak ve düşmana artan orantıyla yanıt verecek zor araçları...

Allende’yi ve o ünlü fotoğraf karesini ne çabuk unuttunuz; ya da hiç mi görmediniz? Güçlendirilmişten de öte bir parlamentoydu Allende’ninki.

Sorunun parlamentoda meydana gelen zayıflık ya da “tek adam rejimi” olduğu, liberaller, sosyal reformistler, uzlaşmacılar tarafından uydurulmuş bir masaldır.

Peki, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”i kurtuluş yolu olarak görüp gösterenler bu kadar olaydan, süreçten hiç mi ders çıkarmazlar. Ya da çıkarıyorlar da uzlaşmacı düşüncelerine uymadığı için gözlerden mi saklıyorlar?

Daha liberallerin, “yetmez ama evet”çilerin “akil adamlar”ın bu iktidarın kurulması ve sağlamlaşmasındaki rolüne değinmiş değiliz. Gerek de yok.

Bu kadar yeter!

Demek ki sorun ne “tek adam rejimi” ne de “tek parti yönetimi”ymiş. Sorun sınıf savaşının gelişim seyri; emekçi sınıfların, ezilen halkların kurtuluş mücadeleleri ile tekelci sermaye sınıfı ve emperyalist güçlerin bu sömürü düzenini ayakta tutma istekleriymiş. Bu iki uzlaşmaz taraf arasındaki sert sınıf mücadelesiymiş.

Demek ki, sorunu sınıf mücadelesindeki gelişmeyle birlikte ele almak lazımmış. Yoksa hem siz çalar siz oynarsınız hem de emekçi sınıfları, ezilen halkları aldatmış olursunuz. Biz, işin ikinci kısmıyla ilgiliyiz.

Ve son bir nokta: Denizlerin Mahirlerin devrimci çıkışı, emekçi sınıfların ve ezilen halkların parlamenter yolla, barışçıl biçimde gerçekleşebileceğine reddiyedir. Kimse bunu bilmiyordum diyemez. Hal böyle iken bu ne yüzsüzlüktür ki, bir yandan onların ardında gözyaşı dökersiniz ama öbür yanda onların yürüdüğü yolun tam tersini kutsarsınız!

Emekçi sınıflar ve ezilen halklar toplumsal devrim yolundan, Denizlerin yolundan yürümeye devam ediyorlar!

 

Makalenin ilk kısmını okumak için tıklayınız