Emperyalist-kapitalist ülkelerin krizleri derinleştikçe yağma savaşları da kızışıyor. Öncesinde işçi sınıfı ve emekçi halklara karşı aralarında tam bir “kardeşlik” havası estiren bu asalaklar, kriz derinleştikçe ortaya çıkacak tüm yıkımı diğerlerine yüklemenin ve kendi kasasını altın yağmuruyla doldurmanın hırsıyla hareket etmeye başladılar.

Nerede yağmalanacak bir pasta, bir zenginlik varsa, bala üşüşen arılar gibi, o zenginliğin üstüne üşüşüyorlar ve öne geçip pastanın tümü mümkün değilse bile, en büyük payı kapmak için birbirlerine tekmeler savurmakta tereddüt etmiyorlar.

Dinci faşist iktidar, tüm diğer kapitalist devletler gibi, yağmalanacak en ufak bir şeyin kokusunu aldığında soluğu orada alıyor. Hepsi, akbabalar misali havada uçuşup duruyorlar, birbirlerini kolluyorlar, birinin yağlı bir lokma kapmak üzere olduğunu gördüklerinde hemen onun üzerine dalış yapıyor, mideye indirmesine izin vermiyorlar.

Genel manzara bu.

Bu genel manzarada Türkiye’nin dahil olmaktan da öte başlamasına vesile olabileceği, başlatacağı bir dış savaş ihtimalini artık kimse dışlamıyor. Düzen yanlıları dahil buna.

Libya’da Mısır, Fransa, Tobruk merkezli Libya Ulusal Ordusu ile bir savaş gittikçe yaklaşıyor. Ancak savaş patlak verirse, Rusya’sından İtalya’sına, oradan Almanya ve ABD’ye kadar sayısız ülkenin karışacağı bir savaş bizzat Türkiye tarafından hazırlanıyor. Bu alanda diplomasi görüşmeleri artık süngülerin gölgesinde yapılıyor.

Suriye ve Irak cephelerini bir tarafa bırakıyoruz.

Son haftalardaki gelişmeler dananın kuyruğunun Doğu Akdeniz’de kopma ihtimalini büyük ölçüde artırdı.

Doğu Akdeniz’de, henüz yeryüzüne çıkarılmamış doğal kaynakların paylaşılması üzerine büyük bir dalaşma başlamış bulunuyor. Mümkünse pastanın tümünü, değilse en büyük payı kim alacak, kim mideye indirecek?

Bu sorunun tek yanıtı güç ilişkilerine, güçler dengesine göre verilebilir. Devletler arasındaki gerçek güç ilişkilerini anlamanın, ölçmenin tek yolu savaştır. Kimin, ne kadar güçlü ve yağmalanacak pastadan ne kadar pay alacağını anlamanın başka yolu yok.

Hazırlıklar da buna göre yapılıyor zaten. Türkiye, araştırma gemisini savaş gemileri eşliğinde araştırma yapılacak bölgeye gönderdi. Yunanistan, “Türk gemisinin araştırma yapacağı bölge benim egemenlik alanımdır” diyerek savaş gemilerini bölgeye yönlendirdi ve ordusunu alarma geçirdi.

Yunanistan Başbakanı Miçotakis’in, dün “acil” koduyla ulusa sesleniş konuşması yapması ve bu konuşmada “Çok sayıda asker kısıtlı bölgede yoğunlaşmışken bir talihsiz olay yaşanma riski bulunduğunun kabul edilmesi gerektiğini” söylemesi, savaş riskinin yüksekliğini göstermeye yeter.

Türkiye ile Yunanistan arasındaki karşılıklı meydan okumalar, iki devlet arasında bir savaşın kapıda olduğunu gösteriyor. İşte bu meydan okumalar sırasında bölge gerici ve emperyalist devletleri de saflarını açıklamaya başladılar.

İsrail, Yunanistan’ın yanında safını belirledi. Fransa, Türkiye’nin hamlesine karşılık iki savaş, bir nakliye uçağını Kıbrıs Cumhuriyeti’ne gönderip hazır bekletmeye başladı. AB emperyalistleri Yunanistan’ın arkasında olduklarını açıkladılar. Mısır’ı söylemeye gerek yok, o zaten Türkiye’ye diş bileyenlerin başında geliyor.

Hazırlıklar bir savaş için ve bir savaşa uygun biçimde yapılıyor.

Bu savaş önlenebilir mi? Almanya, ABD ve NATO, emperyalist-kapitalist sistemin birer halkasını oluşturan bu devletlerin bir savaşa tutuşmasını önlemeye çalışıyorlar.

Ama nereye kadar? Sınırları nasıl belirleyecekler ve pastanın paylarını neye göre dağıtacaklar? Onların erteleme çabaları, tüm koşulları olgunlaşan bir yağma savaşının ileride daha güçlü biçimde ortaya çıkmasından başka bir sonuç vermez.

Böyle bir yağma savaşını gerçek anlamda ve kalıcı biçimde önleyecek tek güç, sözkonusu ülkelerde ortaya çıkacak bir toplumsal devrimdir.

Ya toplumsal devrim bu yağma savaşlarını önler ya da bu yağma savaşları bir toplumsal devrime yol açar.

İşçi sınıfının, emekçilerin, ezilen halkların safı, bizim safımız işte bu toplumsal devrimdir. Tıpkı diğer kapitalist ülkelerin proletaryasının, emekçi sınıflarının, ezilen halklarının olması gerektiği gibi.

Türkiye, böyle bir toplumsal devrime en yakın ülkelerin başında geliyor. Yunanistan da öyle. Dinci faşist iktidarın ilk Dışişleri Bakanı, Türkiye’nin durumunu, Osmanlı’nın dağılmaya başladığı 1912-13’teki I. Balkan Savaşı sırasındaki duruma benzetiyor. Yani dağılma, toprak kaybı, çözülme süreci.

Eski Dışişleri Bakanının burjuva egemenliğin içinde bulunduğu koşulları iyi bildiğinden şüphe etmemiz için bir neden yok. “İçerden” birinin bu tespiti Türkiye’nin bir toplumsal devrime ne kadar yakın olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Günümüz koşulları sadece temel çizgiler anlamında 1912-13’ün koşullarına benzetilebilir. Yoksa “tarih tekerrür ediyor” değil. Dün Osmanlı’nın yıkıntıları arasından bir burjuva egemenlik doğmuştu. Çünkü proletarya henüz gelişmiş ve iktidarı ele geçirebilecek bir sınıf durumunda değildi.

Türkiye ve Kürdistan proletaryası bugün onlarca yıllık mücadele birikimine, sınıf bilinçli devrimci öncülere ve sosyalizm bilincine sahip gelişmiş, toplumun tüm ezilen, sömürülen sınıflarına önderlik edecek olgunluğa sahip bir sınıf durumundadır.

Sınıf bilinçli işçiler ve devrimci güçler, soruna bu açıdan yaklaşmalıdır. Sınıf işbirlikçileri, “anti-emperyalizm” bahanesiyle şovenizme boyun eğmeye ve bu devrimci görevden yan çizmeye, “kendi” burjuva sınıflarının yanında yer almaya hazırlanıyorlar.

Hiçbir neden ve bahane proletaryayı savaşın doğuracağı koşullardan burjuva egemenliği devrimek için yararlanmaktan alıkoymamalıdır; burjuva egemenliği bir devrimle yıkarak iktidarı ele geçirme devrimci hedefinden saptırmamalıdır.

Tarihi koşullardan geçiyoruz. Sınıf bilinçli devrimci işçiler işçi sınıfını bu koşullara hazırlamalılar.