Bugünkü de dahil, tüm krizlerin temel nedeni ne, ana kaynağı nedir? Kaynak bir değil çok daha fazla. Onun, Türkiye tekelci kapitalizminin 70’li yıllardan beri, kısa aralıklarla tekrar tekrar ortaya çıkan, ama her seferinde bir öncekinden daha şiddetli gerçekleşen krizlerin belli başlı bir kaç nedenine başlıklar halinde değinmekle yetinelim.

Bu nedenlerin başında Türkiye tekelci kapitalizminin yapısı geliyor. Özü şudur: Özellikle 60’lı yıllardan itibaren şekillenen Türkiye sanayisinin yapısı emperyalizme göbekten bağımlıdır. Bu bağımlılık, esas olarak teknolojik bağımlıdır. Sanayi, yarı-mamul madde ihtiyacını emperyalist ülkelerden karşılamak zorundadır.

Bunu anlamayan darkafalılara basit bir ipucu: Türkiye’nin sanayi üretiminin artması daima ithalatının da artmasına yol açmıştır. Örneğin, Türkiye’de üretilecek bir otomobilin motoru ithal edilmek zorunda. Roketsan’ın teknolojisinin Almanya’dan geldiği bilgisi basına yeni düştü vb vb.

Tarım, özellikle 12 Eylül faşist darbesinden sonra, emperyalistlerin dayattığı koşullar sonucu zamanla bitirildi. Örneğin, Türkiye’nin buğday ithal etme noktasına gelmesi, ne dinci faşist iktidarın ne de onun başındaki adamın tercihidir. Hayvancılığın öldürülmesi vb vb keza aynı neden ve süreçler sonucudur.

90’lı yıllardan itibaren emperyalist sermaye, tüm bağımlı ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de ekonomik ilhak sürecini başlatmıştır. Sözkonusu döneme kadar klasik yöntemlerle bağımlı ülkeleri sömüren emperyalistler, içine girdikleri bunalımın da etkisiyle, bunalımın yükünü bağımlı ülkelere yıkmak için, bağımlı ülkelerin ekonomilerini kendilerine katmaya, ilhak etmeye başladılar.

Emperyalizmle ilişkilerdeki değişim ve dönüşümü anlama yeteneğinde olmayan darkafalı yaklaşım sahiplerine anlayacakları bir örnek: Özellikle 90’lı yılların ortalarından itibaren emperyalist sermaye grupları Türkiye’deki banka, şirket ve hatta geniş toprakları ya tümden satın almaya başladılar ya da ortak oldular. Halkın deyimiyle söylersek, “deveyi hamuduyla birlikte yutmaya başladılar.”

Parantez açıp bir hatırlatma yapalım: Özal’ın “devlet küçülüyor” demagojisi altında fabrika ve büyük şirketleri, işletmeleri yerli ve emperyalist tekellere “beleşe” peşkeş çekmeye başlaması buydu. Aslında, süreç, 1980 24 Ocak kararlarıyla başlamıştı. Ancak meyvelerinin gözle görülür hale gelmesi için 90’lı yılları beklemek gerekti.

Emperyalist sermaye, bunların dışında, kapitalistlerin birbirlerini soyduğu, borsada da etkilidir. Duruma göre spekülasyon yapmak, borsayı manipüle edecek yöntemlere başvurmak emperyalist mali sermaye için vaka-i adiyedendir. Bunlar yapıldı ve bugün fazlasıyla yapılıyor. Tek tek ele alındığında her emperyalist mali sermaye grubunun amacı, zaten üretilmiş ve el konulmuş bulunan artı-değer kütlesinden mümkün olduğunca fazla payı mideye indirmektir. Borsa bunun için mükemmel araçtır. Borsaya “yabancı sermaye” giriş çıkışı budur. Borsa, kapitalizmin krizlerinin serasıdır.

Tıpkı insanların kendi tarihlerini kendilerinin yapması ama bunu istedikleri koşullarda değil, kendilerini içinde hazır buldukları koşullarda yapmaları gibi, burjuva hükümetler de kendi politikalarını kendi arzu ettikleri koşullarda değil önlerinde hazır buldukları koşullarda uygularlar. Bu koşullar nesnel koşullardır. Değiştirilmeleri burjuva hükümetlerin, ne kadar baskıcı, terörist, eli kanlı olursa olsun, burjuva hükümetlerin elinde değil.

Bu nedenle “18 yıldır ekonomiyi üretim ekonomisine dönüştüremeyen bir siyasi kadronun” eleştirisi boş bir söz yığınıdır. Sermaye çok az elde biriktikçe ve yoğunlaştıkça sermayenin üretimden kaçarak asalaklaşması kapitalizmde bir yasadır. Ne Türkiye’ye ne de dinci faşist iktidara özgü bir durumdur. Asalaklaşma, kupon kırparak servetine servet katma, üretimden kaçma yüzelli yıldan fazla bir zamandır, sermaye birikimine bağlı olarak, kapitalist üretim biçiminin bir özelliği haline gelmiştir. Bu anlamda kapitalist temel üzerinde kaldıkça eleştiriyi yapanların dahi bunu yapmaları mümkün değil.

Şüphe yok ki, her burjuva hükümet izleyeceği politikalarla kapitalist ekonomi üzerinde etkide bulunabilir; bulunur da. Ancak bu etki kapitalist üretimin, kapitalist sermaye birikim sürecinin tersi yönünde olamaz. Hükümetlerin krizler üzerindeki etkisi, hızlandırıcı ya da geciktirici olmakla sınırlıdır; hiç bir burjuva hükümet kapitalizmi krizlerden koruyamaz; kapitalist temel üzerinde bunu yapmaya kimsenin gücü yetmez. Tersi olsaydı, kapitalizmin krizleri, bunalımları diye bir şey olmazdı.

Bugünkü de dahil, kapitalizmin krizlerinden kurtuluşun, çıkışın yolu, kapitalist üretim biçimine ve onunla birlikte emperyalist sermayeye bağımlılığa bir devrimle son vermektir. Onun için eleştiri okları, “tek adam rejimi” gibi yavanlıklara değil, sömürü düzeni üzerine, burjuva egemenlik üzerine yöneltilmeli ve kitlelere düzeni bir devrimle yıkma çağrıları yapılmalı.

“Tek adam rejimi” ya da “çok adam rejimi” farketmez, kapitalizm kriz üretmeye, krizlerle halkları daha fazla yoksullaştırmaya devam edecek.

Kitlelere devrim çağrısı yapmak, soyut ve sonuçsuz bir çaba mı? Tam tersine, kriz dönemlerinde tek somut, bilimsel, kitleleri harekete geçirici çağrı budur. Kapitalizmin bunalımları, krizleri devrimlerin kuluçka yatağıdır. Kapitalizmin bunalımları, krizleri ne kadar gerçek ise, devrimler de o kadar gerçek hale gelir. Bugün böyle bir süreçten geçiyoruz.

Türkiye tekelci kapitalizmi, burjuva egemenlik bir çöküş sürecinden geçiyor. Bu çöküş sürecinden emekçi sınıfların çıkarına uygun tek çıkış yolu bir toplumsal devrimdir. Burjuva düzen, burjuva egemenlik, kriz ne derece şiddetli olursa olsun, kendiliğinden yıkılmaz; sermaye sınıfı “biz bu işi beceremedik” deyip tası tarağı toplayıp çekip gitmez. Bir ayaklanmalar dizisiyle, bir devrimle yıkılmadıkça burjuva egemenlik, kapitalist sömürü düzeni yıkılmaz.

Fakat bu ne kadar doğruysa kapitalizmin krizlerinin onu yıkacak tüm öğeleri bir araya topladığı, biriktirdiği ve devrimin koşullarını olgunlaştırdığı da o kadar doğrudur.

Burjuva düzen bir çöküş yaşıyor. Bu çöküş, oradan devrimci çıkış yolunu da bize veriyor.

 

(Makalenin ilkini buradan okuyabilirsiniz)