Dinci faşist iktidar nihayetinde Ayasofya’yı “açtı”. Zaten içinde namaz kılınan, haliyle açık olan Ayasofya nasıl yeniden “açıldı”. Açılması için kapanması lazımdı. Bir-iki günlüğüne kapatıp öyle açmış olabilirler. Türkçesi “aç-kapa”.
Sembolik, mesaj verme amaçlı olmanın ötesinde hiç bir değeri olmayan bir iki noktaya değinmek yerinde olur. Birincisi, belli ki, Diyanet İşleri Başkanı, ilkokul müsamerelerine hazırlanan çocuklar gibi, önceden provalı bir hazırlık yapmıştı. Yaptırmışlar demek daha doğru.
İkinci nokta, mesaj içeren davranış ve konuşmalar. Diyanet İşleri Başkanı elinde kılıçla, ağır ağır çıktı o merdivenlerden. Yaşı otuzbeşlerde filan olduğundan değil, dinci faşist iktidarın savaşçı bir karakterini ve savaşacaklarını ima etmek için. Bu mesaj, bu gözdağı kime? Kuşku yok, devrimin toplumsal güçlerine. En başta da Kürt halkına, emekçi sınıflara, devrimci demokrat güçlere.
Kabul etmek gerekir ki, bu dinci faşistler tam beceriksiz, yeteneksiz, estetik yoksunu, kaba saba adamlardır. Bu kadar maddi, teknik ve daha başka sınırsız diyebileceğimiz olanağa karşın yaptıkları müsamereye bakın! İlkokul çocukları daha iyisini yaparlardı, bundan emin olabilirsiniz.
Ama bunların hiç birinin önemi, beş paralık değeri yok. Dinci faşist iktidarın baskı ve terörcü karakterini, dinci faşist kitlenin vahşiliği ve gaddarlığını gözlere sokmak için bunlara mı ihtiyaç vardı! IŞİD’in bir kaç kafa kesme videosunu koysanız daha anlamlı olurdu sizin için. Yok kılıcı sol elinde tutması şu anlama gelirmiş, yok sağ elinde tutması bu anlama gelirmiş. Geçmişte, devrimci güçlerin önünden arkalarına bakmadan tabanı nasıl yağladıklarını ve çil yavruları gibi dağıldıklarını bilmesek!..
Asıl meseleye gelirsek... Dinci faşist iktidar, dinci faşist kitleleri, ağızlarından salyalar akacak biçimde galeyana getirmek, heyecanlandırmak, dev bir gösteri yapmak, moda deyimle, karşı-devrim tabanını “konsolide” etmek ve mümkünse toplumda büyük bir etki yaratmak istiyordu.
Hiç biri olmadı; yapamadı.
Türkiye ve Kürdistan’ın her yerinden, devlet olanaklarıyla, insanları İstanbul Ayasofya’ya taşıdılar. Avrupa’daki karşı-devrimci kitleyi harekete geçirdiler; İstanbul’a getirdiler. Kısaca ellerinden gelenin azamisini ortaya koydular. Sonuç, hezimet. Toplumun yüzde ellisine hakim olduğunu iddia eden dinci faşist iktidarın başı, toplumun binde birini bile harekete geçirememişti.
Gövde gösterisi yapayım derken kralın gövdesinin çıplak olduğunu dünya aleme gösterdiler. Karşı-devrimin kitle gücü, düşündüğümüzden de zayıf çıktı.
Burjuva muhalefeti arkalarında hizaya dizmek istediler; sürecin başında dizdiler de. Ancak, süreç ilerleyip de emekçi sınıfların ve devrimci-demokrat kitlelerin tepkisini görünce burjuva muhalefet partileri ufak ufak çark ettiler.
Ama tekelci sermaye sınıfından, onun çeşitli örgütlerinden tık çıkmadı. Desteklerini sessiz kalarak ifade ettiler.
Emperyalist hükümetler de öyle. Bir-iki göstermelik açıklamadan başka ağızlarından tek kelime çıkmadı. Rahip Brunson için ağız dolusu tehdit savuran Trump, Hristiyanların sembolünün elden gitmesine gık demedi. Bir gazeteciyi Türkiye’nin zindanlarından bir telefonla çekip alan Merkel, dut yemiş bülbüle döndü.
Nedenini yazmıştık, sadece kısa bir anımsatma: Çünkü bütün bunların Türkiye’de daha kanlı, daha terörist, daha saldırgan, kendini hiç bir yasayla sınırlamamış bir diktatörlüğe ihtiyaçları var. Eldeki faşist diktatörlük, birleşik devrimi bastırmaya yetmiyor, kitleleri burjuva egemenliğe karşı ayaklanma havasından vazgeçiremiyor, birleşik devrim tarafına geçişlerini engelleyemiyor, faşizmin kitle tabanındaki erimeyi durduramıyor.
Emperyalistler, Türkiye’nin Libya’dan Irak’a, Suriye’den Yemen’e kadar yürüttüğü askeri saldırgan politikasını yani doğrudan ya da dolaylı biçimde, sessiz kalarak, destekliyorlar. Çünkü birincisi, iç savaşı kazanmak, bir toplumsal devrimi önlemek için dış savaşlara başvurmak, tarihin her döneminde burjuva hükümet ve devletlerin politikası olagelmiştir ve emperyalistler, dinci faşist iktidarın birleşik devrimi yenmesini sabırsızlıkla bekliyorlar.
İkincisi, faşist devlet ve dinci faşist iktidar, saydığımız coğrafyada askeri saldırganlık içinde, “fetih” politikası peşinde koşarken, bunu esas olarak NATO ve emperyalistlerin hesabına yapıyor. Dinci faşist kitlenin harekete geçirilme, motive edilme, şovenizmle ağızlarının salyalarını akıtma politikası bu dış savaş politikasının önemli bir parçasıdır.
Sorunu basit bir “Atatürkle-Cumhuriyetle-Laiklikle hesaplaşma” görenler, muazzam bir darkafalılık örneği sergiliyorlar. Görünenle, salt söylemler üzerinden okumaya çalışıyorlar gelişmeleri. Sermayenin egemenlik biçimlerinden birinin karşısında diğerine yedeklenmek işte böyle dar bakışlarla hayat buluyor.
Tabloyu bir bütün olarak görmek, olayları bu bütün içinde kendi iç bağıntıları ve birbiriyle bağıntısı içinde değerlendirmek bilimsel bakışın gereğidir. Ayasofya olayı bu çerçevede ele alınıp doğru değerlendirilebilir.
Amaçlar böyleydi ama hasıla sıfır!