Yaklaşık dokuz yıl önceydi. Şimdi kanlı bıçaklı olduğu, eski kankası Ahmet Davutoğlu’yla birlikte Şam’ın Emevi Camii’nde “Cuma Namazı’nı eda etme”yi hayal ediyordu. Kimi kastettiğimizi okur anlamıştır.
Olmadı. Onun yerine, yıllar sonra, bir Hristiyan, hem de Ortodoks olanından, Putin Emevi Camii’ni ziyaret etti. Ne talihsizlik, “dünya lideri” için.
Şam’ı fethedip Emevi Camii’inde namaz hayali suya düşünce, tam beş yüz yıl önce fethedilmiş İstanbul’daki Ayasofya Müzesini camiye çevirip orada kılacağı namazla yetinmek zorunda kalacak.
Hayaller Şam’ın fethi ve Emevi Camii’inde Cuma namazı idi. Gerçekler Ayasofya’da “kaza namazı” çıktı!
Yine de bu hayali, liberallerin, sosyal reformistlerin, küçük burjuva uzlaşmacıların da desteği ile “bir zafer” havasına sokabildi.
Ayasofya’yı camiye çevirmekle “yüzyıllık parantez”i kapatmaya hazırlanıyordu. 2023’e şunun şurasında üç yıldan az bir zaman kalmıştı.
Batılılaşmayla hesaplaşılıyordu. Cumhuriyet, batılılaşmayı temsil ediyordu ve işte şimdi Cumhuriyet yıkılıyor, Osmanlı düzeni geri getiriliyordu.
Liberaller, sosyal reformistler, küçük burjuva uzlaşmacılar işte bu palavraları gerçek yerine koyup tepki göstererek, sıradan ve kaba bir fani olmaktan başka hiç bir özelliği olmayan “asrın lideri”ne hiç bir zaman sahip olmadığı büyüklük, zeka, kahramanlık gibi vasıfları yüklüyorlar.
Victor Hugo’nun yeteneksiz, sıradan ve kaba bir adam olmaktan başka hiç bir özelliği olmayan Louis Bonaparte’a yaptığı gibi. Marx’ın sözleriyle aktarırsak;
“Victor Hugo, hükümet darbesinin sorumlusuna karşı acı ve nükteli sövüp saymalarla yetiniyor. Olayın kendisi, ona, duru bir gökte çakan bir şimşek gibi görünüyor. Olayı, ancak, bir bireyin zora başvurması olarak görüyor. Böyle yapmakla, onu küçülteceği yerde, ona tarihte eşi görülmemiş kişisel bir girişkenlik gücü yükleyerek, büyüttüğünü farketmiyor. (....) Bana gelince, ben, tersine, Fransa'da sınıf savaşımının sıradan ve kaba bir adamın kahraman gibi görülmesini sağlayacak koşulları ve durumu nasıl yarattığını gösteriyorum.”
Ayasofya etrafında koparılan gürültünün nedenlerini sınıf savaşının koşullarında aramak gerek. Çünkü bu sıradan ve kaba adamı Ayasofya’yı camiye çevirmeye, emperyalistleri buna sessiz kalmaya iten nedenler, sınıf savaşının koşullarında saklı.
Türkiye bir çöküş yaşıyor. Bu, artık, burjuvazi ve emperyalistler dahil, tüm politik güçlerin üzerinde hemfikir olduğu bir nokta. Yıllardır süren iç savaşın önümüzdeki süreçte çok daha şiddetli aşamalara sıçrayacağı şimdi emperyalist istihbarat merkezlerinin raporlarına geçmeye başladı.
Tekelci sermaye sınıfı, emperyalistler ve bunların politik askeri güçleri, bu çöküşün bir toplumsal devrimle sonuçlanmaması için hazırlık yapıyorlar. Politikalarını, attıkları ve atacakları adımları bu amaca yönelik yapıyorlar.
Kürt halkına ve UKH’ne son aylarda artan baskı ve terör bu hazırlıkların tezahürüdür. Leyla Güven ve Musa Farisoğulları’nın ansızın Meclis’ten atılmaları bu hazırlıkların sonucudur. Bekçilere tanınan yetkiler, işkencenin, 12 Eylül döneminde bile görülmeyen şekilde alenileştirilmesi, açık infazlar, keyfi tutuklama ve mahkeme kararları gibi saymakla bitmeyecek pratik politikalar; dinci sivil faşistlerin alenen katliam çığlıkları atması, silahlandırıldıklarını ilan etmeleri bu hazırlıkların bir parçası olarak görülmeli.
Tarihin lokomotifi sınıf savaşı ve devrimlerdir. Tarihte kesinti olmaz, tarihin ilerlemesi kesintisiz olur.
Ayasofya adımı, “batılılaşmayla hesaplaşma” palavrasıyla değil, bu sınıf savaşının devamıyla açıklanabilir.
Ayrıca geçerken belirtelim ki, “batılılaşma” kapitalistleşme, burjuva egemenliği demektir ki, ne bu sıradan kaba adam, ne de başka herhangi bir fani bir ülkenin kapitalistleşmesiyle hesaplaşıp tekrar eski feodal düzene dönme gücüne sahiptir.
Tarih ileriye akıyor. Osmanlı’nın, padişahlık ve halifelik dahil, tüm üstyapı kurumlarını getirseler de yapabilecekleri tek şey, tekelci kapitalist egemenliğe, bunun da üstünde bir güç olarak, emperyalist mali sermayeye hizmettir.
“Yeşil sermaye” sosyal reformistlerin, liberallerin, uzlaşmacıların dillerine doladıkları bir başka palavradır. Sermayenin rengi, kokusu olmaz. Parayı, toprağı, üretim araçlarını sermaye yapan şey toplumsal üretim ilişkileridir. Sermaye sınıfı içinde farklı gruplar, kesimler vb her zaman olmuştur. Rekabet, sermaye sınıfını her zaman böler. Sermaye sınıfı içinde nicel büyüklüklere göre farklılık olması, büyük, küçük, tekelleşmiş, tekel dışı kalmış sermaye gruplarının olması kapitalizmin doğası gereğidir.
Fakat işbirlikçi tekelci sermaye ve bunun üstünde emperyalist mali sermaye egemenliğin gerçek sahibidir. Kapitalist ülkelerde egemenlik her zaman en güçlü sermaye gruplarının elinde olur. Bu işin abecesidir. Tekel dışı kalmış sermaye gruplarının politik iktidara hakim olduğunu ya da olabileceğini ileri sürmek cehalet işidir.
Osmanlı’nın yıkıntıları üstünde inşa edilen cumhuriyet, burjuvazinin “demokratik” değil, siyasi gerici egemenlik biçimlerinden, devlet biçimlerinden biri olarak kuruldu. Faşizm, tekelci burjuvazinin egemenlik biçimlerinden bir başkasıdır. Sınıf savaşına, ulusal ve uluslararası koşullara bağlı olarak, burjuvazinin egemenlik aracı olarak devlet farklı biçimler alabilir.
Fakat hangi biçimi alırsa alsın özü aynı kalır: Burjuva sınıfın, günümüzde ise, tekelci burjuva sınıfın egemenliği.
Dinci faşist iktidar ve onun başı, devletin biçiminde, kurumlarında değişikliğe gidebilir, gidiyor da. Bu değişiklikler, tekelci sermaye sınıfının iç savaşı kazanması için gerekli gördüğü değişikliklerdir. Bütün yetkilerin merkezileştirilmesi bu değişikliklerin en önemli adımı oldu.
Dış savaşlara yönelmek, iç savaşı kazanmak için atılmış bir başka önemli adımdır. Bu adımları bir kişinin girişkenlik gücüne, hırslarına, yeteneklerine bağlamak kadar dar düşünce olamaz. Dış savaşlar aynı zamanda bütün karşı devrim güçlerini, burjuva muhalefeti “milli menfaatler” çerçevesinde tek hizada dizme hamlesidir.
Ayasofya meselesinde burjuva muhalefetin, elektrik tellerine konmuş kuşlar gibi, dinci faşist iktidarın arkasında nasıl dizildiğine bakın!
Yine de zayıflar, yine de korkuyorlar. Kitlelerde ne bir ruh, ne bir bilinç yaratabiliyorlar.
Emevi Camii’de Cuma namazı hayalleri kurarken eldeki Ayasofya’da kaza namazıyla yetinmek zorunda kaldılar.
Daha ne olsun!