NATO üyesi emperyalistlerle yine NATO üyesi bağımlı ülkeler arasındaki anlaşmazlıklar, bu sefer, NATO’nun varlığını tartışma konusu haline getirdi.
Bu tartışma son derece önemlidir. Zira NATO, uzun on yıllar boyunca, emperyalist-kapitalist sistemin Sovyetler Birliği ve sosyalist sistem somutunda, komünizme karşı savaş makinası olarak varlık gösterdi. Şimdi işte bu savaş makinasının beyin ölümünün gerçekleşip gerçekleşmediği tartışılıyor.
Tartışmanın önemini ve bunun emperyalist-kapitalist sistemin çöküşüyle doğrudan ilişkisini görmek için NATO’nun kuruluş nedeni ve koşullarını özet biçimde hatırlatmakta yarar var.
NATO, 2.Dünya emperyalist paylaşım savaşından hemen sonra komünizme karşı kuruldu. Faşizme ve kapitalizme karşı kazandığı büyük zaferden sonra Sovyetler Birliği ve onunla birlikte sosyalizm dünya halklarında tarifsiz bir prestij kazanınca, emperyalistler 4 Nisan 1949’da bu savaş örgütünü kurdular. Amaç Sovyetler Birliği ve sosyalizmin önünü kesmekti. NATO’nun gerçek varlık sebebi, onu dünyaya getiren koşullar, kısaca, bunlardı.
90’lı yılların başında Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist devletler dağılınca NATO, bir anda kendini boşlukta buldu. Komünizme karşı, devletler arası savaşa göre örgütlenmiş NATO, şimdi ne yapacaktı?
Devlet anlamında bir düşman pek kalmamıştı; ama komünizm tehlikesi de ortadan kalkmış değildi. Aksine, sınıf savaşı dünya çapında derinleşiyor, emekçi sınıfların sermaye egemenliğine karşı mücadeleleri ayaklanmalar biçimine bürünmeye başlamıştı.
Tam da Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist “düşmanlardan” kurtuldum diye sevinmeye başlamışken, çok değil, Sovyetlerin dağılışından on yıl sonra, 21. Yüzyılın “Ayaklanmalar Yüzyılı” olacağını dehşetle açılmış gözlerle gördü.
Üstelik, Sovyetler Birliği’nin varlığında arka plana atılan emperyalistler arası çelişkiler öne plana geçmeye başlamıştı.
Çaresizlik içinde kendini “sokak savaşlarına”, iç savaş ve ayaklanmaları bastıracak bir yapıya uyarlamaya çalıştı. Kıtalar arası füzelerle, bombardıman uçaklarıyla, savaş gemileriyle dev bir savaş makinasını dönüştürmek kolay değildi. Dahası, yapısal bunalım ve ekonomik kriz derinleştikçe kendi aralarındaki çelişkiler, paylaşım kavgaları hızla ön plana geçmeye; eski “kardeşlik” havası yerini “kardeş kavgasına” bırakmaya başlamıştı.
NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmişti ama bunu ortaya atan biz değil, NATO’nun önemli bileşeni olan Fransa’nın başındaki Macron idi.
Geçtiğimiz yılın Kasım’ında ABD, Rojava’yı işgal için Türkiye’ye yeşil ışık yakmak üzere, hiç bir emperyalist devlete danışmadan, Suriye’den asker çekme kararı alınca Macron, bu tarihi tespiti yaptı.
Macron, “kral çıplak” diyerek arı kovanına çomak sokmuş oldu. Merkel, Trump, NATO Genel Sekreteri vs vs. kuyruklarına basılmış kedi gibi, bağırmaya başladılar. Ama gerçekler, bağırıp çağırmayla ne yok edilebilir ne de değiştirilebilirdi.
Libya’da sürdürülen yağma savaşı, Akdeniz’deki kaynakların talan edilmesindeki pay anlaşmazlığı NATO’nun beyin ölümünün hangi aşamaya geldiğini gösteriyor.
Hepsi de NATO üyesi devletler olan Türkiye, Yunanistan, Fransa, İtalya, ABD, Almanya, İngiltere, her biri bir tarafta olmak üzere, birbirlerine girmiş vaziyetteler.
Örneğin, Yunanistan Türkiye’ye karşı savaş cephesini tahkim ediyor; Fransa Yunanistan’ın arkasında duruyor ve Türkiye’yi “savaş gemilerini taciz etmek”le suçluyor. İtalya, Türkiye’nin arkasında durur gibi yapıp öbür tarafa göz kırpıyor. ABD, son anda safını belli ediyor ve Türkiye ile iş tutma kararı açıklıyor. Almanya, sağlamcı geleneğe sahip bir devlet olarak, acele etmiyor, barış meleği kılığında ortalığı gözlüyor. İngiltere, sahne önüne çıkmadan Türkiye’ye cilve yapıyor. Türkiye, arkasında duran emperyalistler hesabına mayın tarlasında ilerliyor.
NATO’da ağırlığı olmayan devletlere gelince: Onlar da bütün bu cümbüşü, “n’olacak halimiz” yüz ifadesiyle çaresizce seyrediyorlar.
Gelinen aşamada, Fransa, Türkiye’yi şu “taciz” iddiası nedeniyle NATO’ya şikayet etmiş; NATO, Fransa’nın iddialarını araştırma kararı almış bulunuyor. Tam bu kararın alındığı sırada Türkiye-ABD birlikte hareket etmek kararına varmışlar vb vb.
Emperyalistlerle onların taşeronları arasındaki bu cümbüş, kanlı bıçaklı bir kavgayla, savaşla sonuçlanır mı bilemiyoruz.
Ama şu iki sonuç kesin: Birincisi, proletaryaya karşı, proleter devrime karşı “bir bütün oluşturan” emperyalist-kapitalist devletler, yağma sofrasında birbirinin cesetlerini çiğnemeye hazır birer aç kurda dönüşüyorlar. Libya ve Akdeniz, bu yağma sofrasının kurulduğu yer oluyor; şimdilik.
İkincisi, NATO, defnedilmeyi bekleyen bir cesetten ibarettir artık.
Devrimci durumun, ayaklanmaların tüm dünyaya yayıldığı günümüzde bu hırlaşma proletarya ve emekçi sınıflara, ezilen halklara büyük bir olanak sağlıyor.