Engels zamanında Alman sosyal demokrasisinin başına gelenler 70’li yıllardan itibaren Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketini etkisi altına almaya başlayan hastalıkla aynıdır.
Bu hastalık, kısaca, çok sık ve inatla yinelenen oportünist/sosyal reformist düşüncelerin devrimci hareketi etkisi altına alması biçiminde ortaya çıktı. Öyle ki, zaman içinde, reformist düşünceyi, reformlarla, hak ve özgürlüklerle ilgili oportünist düşünceyi savunmak, doğal, olması gereken, sorgulanmasına, eleştirel gözle yaklaşılmasına ihtiyaç olmayan bir alışkanlık haline geldi.
Bu düşüncenin özeti, “demokrasi mücadelesi” adına, düzen içi talepleri öne çıkarmak, bu tip reformları ön plana almak, devrim mücadelesini arka plana atmaktır. Bu arka plana atma işi de zamanla, devrim ve iktidar mücadelesini hepten unutma noktasına geldi.
Geçici günlük çıkarlar peşinde koşarken büyük temel düşünceler, zora dayalı devrim ve iktidarın fethi amacı unutuldu, arka plana atıldı. Geçici başarılara, “bu başarıların daha sonraki sonuçlarını hesaba katmadan” büyük önem vermek; böylece hareketin geleceğini bu güne feda etmek normal, sorgulanmasına gerek olmayan bir düşünce sayıldı.
Bu düşünce bir virüs gibi Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketinin bünyesine yerleşti ve içten içe kemirmeye başladı. Hafıza silen bir hastalık gibiydi. Dün “İktidar namlunun ucundadır” sloganını bayrak edinen hareketler bu gün bir belediye başkanlığı için birbirini yer durumuna gelmişti. Dün “Tek Yol Devrim” sloganını bayraklarına yazanlar parlamentarizmin, devrimsiz sosyalizm düşüncesinin, yani düzeniçileşme politikasının cisimleşmiş haline dönüşmüşlerdi.
Bu politikanın taşıyıcısı sosyal sınıflar üzerinde, yani sosyal reformizmin sınıf temeli üzerinde bu kısa yazıda duramayız. Ancak politik taşıyıcıları üzerinde durabiliriz ve bunu açığa çıkarabiliriz. Bu hastalığın etkisinin kırılması için böyle bir çabanın gerekli ve etkili olacağına inanıyoruz.
Sosyal reformist akımın tarihi çok eskilere dayanmakla birlikte politik olarak etkili olmaya başladığı dönem için bir başlangıç tarihi vermek gerekirse bunu, Türkiye devrimci hareketine parlamentarizmin, sosyalizme devrimsiz, parlamento yoluyla, mevcut devlet parçalanmadan, devletin ele geçirilmesiyle geçilebileceği düşüncesinin ana taşıyıcı partisi olarak Mehmet Ali Aybar’ların, Sadun Aren’lerin, Behice Boran’ların TİP’in den başlatmak mümkün. Altmışlı yılların sonuna kadar süren bu akım, 1970’lerin başında Deniz’lerin devrimci çıkışıyla birlikte etkisini yitirdi. Sosyal reformist akımın etkili olduğu bir dönem böylece kapanmış oldu. Deniz Gezmişlerin, Mahir Çayanların başlattığı 1971 devrimci çıkışıyla birlikte, silahlı, zora dayalı devrim düşüncesi, Türkiye ve Kürdistan devrimci güçlerini, emekçi sınıflarını etkisi altına aldı.
Ancak sosyal reformist düşüncenin kökü kazınmış değildi ve küçük burjuva sınıfın bunca yaygın olduğu topraklarda kazınması da düşünülemezdi. Bir virüs gibi, uygun ortamını bulduğunda tekrar ortaya çıkması, canlanması ve etkisini göstermesi kaçınılmazdı. Öyle oldu.
Günümüzde ancak orta yaş ve yaşlı kuşakların adını hatırladığı, önceleri Zeki Baştımar’ın, sonrasında İsmail Bilen’in TKP’si 1973’lü yıllarda bu hastalıkla birlikte, on yıllardır hiç olmadığı Türkiye topraklarına ayak bastı. Nasıl oldu da küçük ve etkisiz bir mülteci grubuyken böyle etkili olduğu sorusu ayrı bir konudur. Ama şimdiki konumuzu ilgilendiren kısmıyla şuna işaret etmemiz gerekir: TKP, sosyal reformist düşünceyi, sosyal reformist politikaları, TİP’ten farklı olarak, parlamentarizmi doğrudan savunma yoluyla yaymaya başlamadı. Koşulları da buna uygun değildi.
Ama TKP sosyal reformizmi, proletaryaya, devrimin toplumsal güçlerine, büyük amacı, iktidarın bir devrimle fethi amacını unutturacak, bir kenara attıracak kadar günlük, geçici çıkarları, anlık başarıları öne çıkardı. Komünist partisini ve komünizmin propagandasını yasaklayan 141/142. maddelerin kaldırılması istemini mücadelenin ana konusu haline getirmesi bu konuda bir simge olarak kabul edilebilir. Arkasından Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kaldırılması, MESS’e karşı mücadele, vb vb düzen için gerçekleşebilecek “demokratik talepler”i mücadelenin biricik ve ana hedefi haline getirmesi bu sosyal reformizmin temel çizgisi oldu. Engels’in sözleriyle söyleyecek olursak:
“Günlük geçici çıkarlar karşısında büyük temel düşüncenin bu unutuluşu, bu geçici başarılar peşinde koşma ve daha sonraki sonuçlarını hesaba katmadan geçici başarılar yöresinde girişilen bu savaşım (...) oportünizmdir ve oportünizm olarak kalır.”
MHP ve dinci faşistlerle girişilen yoğun silahlı mücadele, “büyük temel düşüncenin” yani bir devrimle devletin yıkılması ve iktidarın fethedilmesi amacının unutulmasını hızlandırdı. İç savaşın son derece kızıştığı ve faşist Evren’in “Biz gelmeseydik iktidara onlar gelecekti” dediği yıllarda dahi devrimci harekette iktidarın fethini düşünen, aklına getiren yoktu. Devrimci mücadelenin temel hedefleri “demokratik talepler”le, 141/142’nin kaldırılmasıyla, işçilerin sendikal haklarının genişletilmesiyle, koşullarının iyileştirilmesiyle, öğrenci gençliğin akademik talepleriyle vb vb. sınırlanmıştı. DİSK gibi bir sendika konfederasyonunu etkisi altına alan TKP’nin “demokratik haklar” için çok büyük bir güçle verdiği mücadele bütün devrimci harekete, hafızayı kemiren bir virüs gibi, “büyük temel düşünce”yi unutturmuştu.
12 Eylül faşizmi bu koşulların üstüne gelmişti. Devrimci hareketler, faşist terör altında varlıklarını koruma çabasına girmiş ve emekçi sınıflardaki devrimci eylem dalgası geri çekilmişken, devrimci koşullarda dahi akıllarına getirmedikleri devletin yıkılması ve iktidarın fethi “büyük düşüncesi”nden tümden koptular, o düşünceyi hepten unuttular. Lenin’in Alman sosyal demokrasisi için söylediği “yaşamın kendisi, zamanla devrim ‘alışkanlığını yitirdiğine’ göre, Alman sosyal-demokrasisinin, devlet üzerine o kadar inatla yinelenen oportünist düşünlerin etkisinde kalmış olmasında şaşılacak hiçbir şey yoktur.” biçimindeki sözleri artık rahatça Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketine uyarlanabilirdi.
Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketinin başına gelen buydu. Artık demokrasi mücadelesi bir devrim mücadelesi olmaktan çıkmış, “demokratik hak ve özgürlükler” için verilen bir mücadeleye, başka bir ifadeyle, burjuva demokrasisi için mücadeleye dönüşmüştü. 70’li yıllarda yukarda sözünü ettiğimiz talepleri mücadele bayrağına yazan TKP, buna “İleri Demokrasi” demişti. İşte bu “ileri demokrasi” uzun yıllar sonra, 2010’lu yıllarda AKP tarafından kitleleri aldatmanın bir aracı olarak kullanıldı. Büyük amaç, büyük temel düşünceler, yani devletin bir devrimle yıkılması ve devrimci bir iktidarın kurulması fikri unutulunca geriye “direniş”çi, yani savunmacı anlayış kalır. 70’li yılların sonlarına doğru reformlar uğruna mücadele ve Devlet-MHP faşizmine karşı devleti yıkmak için değil, “direnmek” için mücadele artık tartışılmasına gerek görülmeyen bir doğru haline gelmişti.
Tek başına ele alındığında burjuvazinin kitleleri aldatmak için kullanmayacağı hiç bir “demokratik talep” yoktur. Bu konuda Türkiye ve Kürdistan tarihinin çok zengin bir deneyime sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 141/142 maddelerinin başına gelen böyle bir şeydi. Kaldırılmaları için sosyal reformistlerin büyük mücadeleler verdiği bu maddeler sonunda Özal hükümeti tarafından kaldırıldı; ama yerlerine “Terörle mücadele yasası” gibi çok daha ağırını getirerek. Üstelik bunu “demokratikleşmenin” bir kanıtı olarak lanse ederek yaptı. Sıkıyönetim mahkemeleri “demokratikleşme” adına kaldırıldı yerine onlardan beter DGM’ler getirildi. Bu sefer, DGM’lerin kaldırılması talebi sosyal reformistler tarafından bayraklaştırıldı. Uzun mücadeleler sonrasında yine “demokratikleşme” adına DGM’ler kaldırıldı ama onların yerine DGM’lere rahmet okutan “Ağır Ceza Mahkemeleri” getirildi. Bir diğer tipik örnek, “af talebi” eksenli kampanyalardır. Hükümetler, ne zaman “af” eksenli bir kampanya yürütülse bir süre sonra, çoğunlukla, ister infaz indirimi ister başka bir ad altında, bir af yasası çıkarmıştır. Ama 1991 hariç, her defasında bu talebi hırsızı, katili, tecavüzcüyü, uyuşturucu tacirlerini, mafya unsurlarını, dinci faşist katilleri salıvermek için kullanmıştır. Bu liste böyle uzayıp gider. Bu örnekler, aynı zamanda, reformlar için mücadelenin başa alınmasının devrimci hareketi nasıl da düzen içi bir kısır döngüye hapsettiğinin örneğidir.
Lenin, “geçici günlük çıkarlar” için “büyük temel düşünce”nin unutulmasını; reformlar, “demokratik talepler” uğruna mücadelenin her şeyin önüne konulmasını “devrim hakkının bir tas çorbaya değişilmesi” olarak nitelemişti. Bu anlayış, Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketine, zamanla, TİP-TKP ve daha sonra bunlara eklemlenen TSİP’in etkisiyle, yerleşti. “Yaşamın kendisi zamanla ‘devrim alışkanlığı’nı yitir”ince bu politika, doğruluğu ispatlanmaya muhtaç olmayan, kabul edilmiş bir anlayışa dönüştü.
Lenin, devrimci politika olarak bunun tam tersi bir yaklaşımı ortaya koyar. Büyük amacın, yani mevcut devletin bir devrimle yıkılması, parçalanması ve iktidarın bu şekilde proletarya ve müttefiklerinin eline geçirilmesi amacının en başa konulması; reformlar uğruna mücadelenin buna tabi kılınması; doğru devrimci politika buydu. Reformlar, yani yukarda saydığımız demokratik talepler, hak ve özgürlükler bu büyük amaç için verilen mücadelenin yan ürünü ve “büyük alacağın ilk taksiti” olarak kabul edilebilirdi. Tek tek demokratik talepler/reformlar uğruna yürütülecek her mücadele burjuvazinin, burjuva hükümetlerin emekçi kitleleri aldatmak için kullanabilecekleri bir araca dönüştürülebilirdi ve yukarda verdiğimiz örneklerde görüldüğü gibi, dönüştürüldü de.. Gerçi Türkiye ve Kürdistan’da Lenin’in sözlerini lafta kabul etmeyecek bir oportünist bulmak zor. Hepsi “reformlar uğruna mücadele devrim mücadelesine tabi kılınmalı” demeye dünden hazırlar ama yine hepsi pratikte bunun tam tersi yönde hareket eder, bayraklarına tek tek reformlar uğruna mücadeleyi yazar, devrim ve iktidarın ele geçirilmesi mücadelesini geleceğin sorunu olarak bilinmez bir tarihe ertelerler.
Reformlar ya da demokratik talepler uğruna mücadele devrim mücadelesine nasıl tabi kılınır? Bu yaşamsal sorunun yanıtı kısaca şudur: İşçi sınıfını, emekçileri, ezilen halkları zora dayalı bir devrim için, bu yolla iktidarın ele geçirilmesi için mücadeleye çağırarak; birinci ve temel pratik hedef olarak kitlelerin önüne bunu koyarak; propaganda ve ajitasyonu bu eksen üzerine oturtarak reformlar/demokratik talepler için mücadele devrim mücadelesine tabi kılınır.
Büyük hedefler için mücadele ederken, devrimci dalga düzeni tehdit eder hale gelince burjuvazi bu dalgayı kırmak için ödünler vermeye başlar. Reformların devrim mücadelesinin yan ürünü olarak ortaya çıkmaları ya da elde edilmeleri bu biçimde gerçekleşir.
İşçi sınıfının “büyük alacağının ilk taksiti olarak” bu yan ürünleri, verilen ödünleri kabul etmesinin anlamı da budur.
Şimdi bir başka soruya gelebiliriz. Bir oportünistin bu konuda alamet-i farikası nedir ya da bir oportünisti, çok parlak laflar ettiğinde bile, nasıl ortaya çıkarırız? Her şeyden önce, buraya kadar izah etmeye çalıştığımız gibi, reformlar uğruna mücadeleyi, en başa, devrim ve iktidarın fethi konusunu en sona almasından anlarız. İkincisi ve buna bağlı olarak, devlete karşı tutumundan, devrimin devlete karşı görevleri konusunda söyleyeceklerinden anlarız. Devletin ilk pratik politik hedef olarak zora dayalı devrimle yıkılması meselesi bir sosyal reformistin corona virüsünden kaçar gibi kaçacağı bir konudur. Bu göreve kitleleri hazırlama, kitleler içinde propagandasını yapma, kitleleri devrimin devlet karşısındaki görevleri hakkında aydınlatma konusundaki tutum bir sosyal reformisti, bir oportünisti tanımanın turnosol kağıdıdır.
Bir sosyal reformist sosyalizm üzerine her türlü parlak sözleri söylemeye her zaman hazırdır. Bir sosyal reformist her zaman emeğin iktidarının kurulmasını savunmaya hazırdır. Ama bu amacına parlamento yoluyla, parlamentoda çoğunluk sağlayarak, mevcut devlet makinasını, bakanlıkları bu şekilde ele geçirerek, askeri bürokratik mekanizmayı yıkıp parçalayarak değil ele geçirerek yapmaya hazırdır. Çünkü oportünist düşüncenin temelinde devletin fethinin basit bir çoğunluk sağlanması yoluyla mümkün olduğu hayali yatar. Bir oportünist, bir sosyal reformist işte bu yolla, basit çoğunluğu sağlamak yoluyla devleti ele geçirebileceğini düşünür. Onların basit akıl yürütmesi şöyledir: Şimdi muhalefet edelim, parlamentoda basit çoğunluğu elde ettiğimiz zaman, işte o zaman devleti ele geçirir ve bakanlıkları ne yapacağımızı düşünürüz. Bu yüzden, hükümetin parlamentonun buyruğuna girmesi, onların siyasal savaşımlarının başlıca hedeflerinden bir olagelmiştir.
Burjuva demokrasisinden başlayarak, yavaş yavaş, ilerleme yoluyla daha yetkin, daha gelişmiş bir demokrasiye, sosyalist demokrasiye ulaşmak... Reformlar uğruna mücadeleyi başa alarak, “proleter devrimin görevleriyle ilgili en önemli sorunları ‘büyük bir dinginlikle geleceğe bırakma’”ları, işte bu düşüncenin ürünüdür.
Sosyal reformist bir partiyi ya da politikayı teşhis etmenin, tanımanın ayırt edici temel noktalarından bazıları işte bunlardır.
Taylan IŞIK