Elbette henüz her şey bitmiş değil İdlib’te. Ama giriş tabelasında “hezimet” yazılı köy, bütün yalınlığıyla, Türkiye’ye görünmüştür. Bundan sonrası zaman işidir artık.
“Moskova Mutabakatı” hezimete giriş kapısıdır; Putin, ya da daha doğru bir ifadeyle Rusya, bu kapıyı girmeleri için RTE’ye sonuna kadar ve küçümseyici, aşağılayıcı tavırlarla açmıştır. “Moskova Mutabakatı”nı imzalayarak, Türkiye adına, RTE ve ekibi bu kapıdan içeri doğru ilk adımlarını attılar; geri dönüşleri artık yok.
İmzalamaktan başka çareleri de yoktu. Türkiye’nin büyük gürültü eşliğinde estirdiği savaş havasının düşüncelerini baskı altına almasına izin vermeyenler bu gerçeği çok önceden görmüşlerdi. 3 Şubat 2020 tarihli Editör köşesinde “Erdoğan'ın Blöfü ve İdlib'te Yolun Sonu” başlığıyla yayınlanan makalemizde bu durumu şöyle ifade etmiştik:
“Rusya-Suriye ikilisi dinci-faşist çeteleri acımasızca ezmekte ve işgalci güçleri kovmakta kararlılar. Elbette bu sürecin düz bir çizgi halinde ilerlemesini beklememek lazım. Gel-gitler, duraklamalar, mola vermeler, pazarlıklar vb. vb. hepsi mümkün. Ama sürecin yönü değişmeyecek.”
“Moskova Mutabakatı” İdlib savaşında sürecin yönünü değiştirmeyen kısa sürecek bir mola oldu. Rusya, İdlib’te sıkışan Türkiye’ye geri çekilebilmesi için bir yol, bir olanak verdi; ama hepsi bundan ibaret. Ne katil sürüsü çetelerin yok edilmesi amacından vazgeçildi ne de İdlib’in Suriye’ye teslim edilmesi hedefinden.
Tersi oldu. Türkiye, “Rejim” kavramı yerine “Suriye Arap Cumhuriyeti” kavramını kabul edip altına imza atarak, yıllardır reddettiği mevcut iktidarın meşruiyetini kabul ettiği gibi, desteklediği katil sürüsü çetelerin yok edileceğini, kağıt üzerinde de olsa kabul etti; hiç bir zaman yerine getirmeyeceğini bildiği “Suriye Arap Cumhuriyetinin toprak bütünlüğü ve egemenliğine bağlılık” yeminini bir kez daha tekrarlamak zorunda kaldı; Suriye Ordusunu son üç ayda elde ettiği topraklardan geri sürmek bir yana, son konumunu kabul edip M5 otoyolunun Suriye ordusunda kalmasını ve M4’ün açılmasını tescil etti vb vb.
Sorunun geri kalan ayrıntılarını ortalıkta bol bol dolaşan “uzmanlar” zaten her gün anlatıp duruyorlar; bizim burada ele almamıza gerek yok.
Hezimet kesindir, son Türk askerinin Suriye ve Rojava topraklarından çıkarılması sadece zaman meselesidir.
Türkiye ve Kürdistan proletaryası, diğer emekçi sınıflar ve devrimci güçler açısından sorun, Türkiye’nin girmiş olduğu bu savaşta (resmen ilan edilmemiş de olsa Türkiye bir savaşın tam ortasındadır) uğrayacağı hezimetin birleşik devrime olası çok yönlü etkilerini görmek ve sermaye egemenliğini yıkmak için doğacak koşullardan yararlanmak üzere politikalar geliştirmek.
Savaşın sonuçları şimdiden emekçi sınıflar ve ezilen halklar üzerinde yıkıcı etkilerini göstermeye başladı bile. Hepsi de yoksul sınıflara ait asker cenazeleri, “savaşa hayır” demenin bile tutuklanma gerekçesi olduğu faşist baskı ve terör ortamı; zaten son derece kısıtlı ve göstermelik olan hak ve özgürlüklerin pervasızca ortadan kaldırılması, artan vergiler, yükselen fiyatlar ve bunlarla birlikte artan yoksulluk... İşsizlik ve yoksulluk nedeniyle artan intiharlar, bunların toplum vicdanı üzerindeki kanatıcı etkileri vb vb.
İki ülkenin emekçi sınıflarında ve ezilen halklarında başkaldırı havası elle tutulur, gözle görülür bir somutlukta artık. Dinci faşist iktidar, elindeki tüm propaganda araçlarına; maddi ve teknik olanaklarına rağmen histerik bir şoven hava yaratmayı başaramadı. Aksine, savaş karşıtı hareketi bastırmak için polis ve asker baskısına, tutuklamalara başvurmak zorunda kalıyor.
Zaten güncel/pratik bir sorun haline gelmiş olan birleşik devrim, savaşın yarattığı ve yaratacağı koşullarla birlikte giderek olgunlaşıyor. İşte bu koşullarda devrimcilerin, sınıf bilinçli öncü işçilerin görevi, yığınları yakın gelecekte tekelci sermaye sınıfı ve onun faşist devleti boyunduruğundan kurtulmaları için yapmaları gereken şey konusunda aydınlatmaktır.
Devrimin güncelliğinin en somut belirtisi, kanıtı, kitlelerin en ufak bir eyleminin dinci faşist iktidara ve devlet gücüne karşı bir savaşıma dönüşmesidir. “Açım, işsizim” demek; “savaşa hayır, Rojava’dan, Suriye’den elinizi çekin” demek; “asker evine dönsün” demek; “Libya’da öldürülen Mit elemanları gizlice gömülüyor” diye haber yapmak gibi en basit istem ve eylemler böyle bir içerik kazanıyor artık.
Devrimci öncü işçiler, örgütlü güçler işçi sınıfına emekçi halklara şu gerçeği tüm yalınlığıyla anlatmalılar: Türkiye, Suriye’de olsun, Libya’da olsun ilan edilmemiş bir savaşın tam ortasındadır. Ancak bu savaş Kürt halkının, ezilen halkların, emekçi sınıfların, işsiz ve aç kitlelerin, ezilen, sömürülen emekçi kadınların savaşı değil. Bu savaş, sömürücü sınıfların, tekelci sermayenin, Koçların, Sabancıların, Ülkerlerin, toprak işgali ve ilhakı peşindeki faşist devletin savaşıdır. Bu savaş dinci faşist iktidar etrafında kümelenmiş bir avuç asalağın savaşıdır. Bu savaş emperyalistlerin Suriye’yi, dinci faşist çetelerin iktidarındaki bir karşı devrim merkezi haline çevirme savaşıdır. Bu savaş, bir İsrail-Türkiye ittifakının Suriye halklarına, Filistin halkına, Ortadoğu halklarına karşı savaşıdır ve İsrail’in güvenliğini sağlamayı amaçlayan bir savaştır.
Tekelci sermaye sınıfı topluma egemen olmaktan çıkmış durumda. Eski yöntemlerle yönetemiyor. Sermaye sınıfı, düzeni ancak dinci faşist iktidar ve faşist devlet eliyle topluma karşı savaşım içinde ve savaşımla ayakta tutabiliyor. Suriye’de olsun, Libya’da olsun resmen ilan edilmemiş savaş burjuva toplumu içten içe çözüyor, hırpalıyor, güçten düşürüyor ve nihayetinde dağıtıyor. Burjuva toplumdaki çözülme ve dağılma somut bir olgu halini almıştır.
Düşmanlarımız güçsüz, zayıf, çöküş ve çözülüş halindeler. Kürdistan ve Türkiye’deki uzun devrimci mücadele, ekonomik ve politik kriz düzenin bütün kurumlarını, burjuva toplumu yıpratmış, iç bağlarını gevşetmiş; akli ve moral yozlaşma derinleşmiştir. Açlık, yoksulluk, işsizlik, bunların yarattığı çöküntü sonucu intiharlar, isyancı ruh hali toplumun büyük kesimini sarmıştır. Savaş, bu süreci hızlandırıyor, ona büyük bir ivme kazandırıyor.
Öncü devrimci işçiler ve devrimci örgütlü güçler bu koşullarda sınıfın ve halkların önüne birleşik devrimin zafere ulaştırılması; ortaya çıkacak bir halk ayaklanmasını politik iktidarın fethine kadar ileri götürülmesi amaç ve hedefini koymalılar. Başka hiç bir görev ve talep bunun önüne geçemez, geçirilmemelidir. Aksine tüm talep ve görevler, devrimin zafere ulaştırılması görevine bağlanmalıdır.