Türkiye ve Kürdistan’da egemen toplum biçimi yani burjuva toplum, derin bir kargaşalık içinde. Ekonomik krize politik kriz eşlik ediyor. Marksist literatürde ekonomik ve politik krizin aynı dönemdeki varlığı, devrimci durum olarak tanımlanır.
Türkiye ve Kürdistan’da devrimci durumun varlığı artık kolay kolay yadsınamıyor. Dahası, sınıf savaşı, derinleşip yaygınlaşarak iç savaş düzeyine ulaşmış durumda. Emperyalistlerin Türkiye’ye ilişkin tespitleri de bu yönde. Örneğin ABD Savunma Bakanı Mattis, geçtiğimiz Şubat ayında, Türkiye’nin Suriye politikasına ilişkin değerlendirme yaparken, Türkiye’yi, “sınırları içinde silahlı ayaklanmanın devam ettiği tek ülke” olarak tanımlıyor. Geçerken belirtelim, emperyalistlerin Türkiye’ye dönük politikaları bu önemli tespit temelinde şekilleniyor. Türkiye’yi, bir toplumsal devrimle kaybetmemek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Ama biz devam edelim. Marx, kapitalizmin ekonomik krizleriyle devrimler arasında sıkı bir bağ olduğunu ortaya koyar ve devam eder: Ancak bir sınai gönenç dönemi burjuva gericiliği canlandırıcı bir güç olabilirdi. Her tarihsel dönemin somut bir incelemesinin gerektiğini aklımızdan çıkarmadan rahatlıkla diyebiliriz ki, Türkiye tekelci kapitalizmi için “sınai gönenç” dönemi, bir daha geri gelmemek üzere, geçmişte kaldı.
Her devrimci durum, kendiliğinden, devrime yol açmaz. Devrimci durumun devrime yol açması için, nesnel koşulların yanı sıra, bir dizi iç ve dış koşulun da devrim için uygun, elverişli, olgun hale gelmesi lazım. Türkiye ve Kürdistan’da nesnel ortamın devrimci durum olduğunu tespit ettik diye, “ee öyleyse hani devrim” diye bizi eleştiren dar kafalı ahmaklara işin bu abc’sini hatırlatmak zorunda kalmak sıkıcı, ama başka çare de yok; katlanıp hatırlatıyoruz.
Emperyalistlerin -ki bunların başında ABD, Almanya, Hollanda geliyor- tüm desteğine rağmen dış koşulların da bir devrim için olgunlaşmaya başladığını artık görebiliyoruz. Elbette, dış koşullar deyince akla, Türkiye için, öncelikle Ortadoğu ve Suriye geliyor. Ortadoğu’da, örneğin Arap gerici devletleriyle ilişkilerinde, tekelci sermaye sınıfı ve onun dinci faşist iktidarı giderek yıpratıcı, onu güçten düşüren, zayıflatan, yoran, meşgul eden bir sürece girmiş bulunuyor. Suudi Arabistan’ın İstanbul Konsolosluğunda Kaşıkçı denen gerici, Suudilerin eski ajanı gazetecinin öldürülmesi işte böyle bir olaydır ve bu cinayet sadece ve sadece bu yönüyle, yani dinci faşist iktidarın Arap gerici devletleriyle ilişkilerini zayıflatması, germesi, yıpratması vb yönüyle proletaryayı, emekçi sınıfları ilgilendirir. Bir süredir başlayan bu süreç, gazeteci cinayetiyle daha da derinleşti. Suudi Arabistan’a ek olarak Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Irak, gelgitli ilişkileriyle İsrail, dinci faşist iktidarın gerilim yaşadığı, sorunlu ilişkilere sahip olduğu öteki devletlerdir.
Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerini, Suriye politikasını, dinci faşist katil sürüleriyle içli-dışlı olma halini, İdlib, Menbiç, Afrin işgalini vb vb devrimi birleşik devrimimizi besleme potansiyeli taşıyan damarlar olarak ayrıca ele almak gerekir.
Bütün bu somut olgular, içerde ekonomik ve politik krizle boğuşan tekelci sermaye sınıfı ve dinci faşist iktidarın dıştan da bir kuşatma altına girmeye başladığını gösteriyor. Buna karşılık, Ortadoğu ve Avrupa halkları birleşik devrimimizle giderek daha güçlü, daha sıkı, daha yakın bir enternasyonal dayanışma içine giriyorlar. Avrupa emekçi sınıflarının, devrimci güçlerinin RTE’ye, dinci faşist iktidarın başına gösterdikleri tepki, bu tespitimizin en son kanıtı ve göstergesidir. Gittiği, adının geçtiği her yerde emekçi sınıfların öfkesini üzerine çeken bir paratoner gibidir artık o.
Birleşik devrim, içte ve dışta gelişen bunun gibi binlerce, onbinlerce, sayısız olayın, çatışmanın, gösterinin, grevin, devrimci kitle hareketinin vb vb. ortasından, içinden doğup büyüyor, gelişiyor. Burada, devrim için “doğmak” kavramını bilerek kullanıyoruz. Çünkü devrimler, Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketinde sıkça kullanılan “yapmak” fiiliyle izah edilemez. Devrimler “yapılmaz” ama devrimler, sınıf savaşının ortasından, sayısız olayın, çatışmanın, kitle eyleminin vb üst üste gelmesinden, iç savaşın kızışmasından, en sonu, bütün bu olayların tek bir kanalda, tek bir yatakta birleşerek, bir bileşke gücüyle, tüm kurulu toplumsal sistemi alt üst edecek bir güce erişmelerinden doğarlar.
Şimdi böyle bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Olayların, kitle eylemlerinin, ezilenlerin hoşnutsuzluğunun, çatışmaların üst üste geldiği, ard arda oluştuğu, giderek birleştiği bir sürece girdiğimizi, bunun tekelci sermaye sınıfında ve dinci faşist iktidarda büyük bir korku ve paniğe yol açtığını gösteren sayısız örnekle karşılaşıyoruz. Bir devrim, dünyanın gözü önünde Türkiye ve Kürdistan topraklarında doğup büyüyor.
Ancak devrimin doğup büyümesi, onun mutlaka zafere ulaşacağı, yani tekelci sermaye sınıfı egemenliğinin yıkılacağı; tüm iktidarın işçi sınıfı ve müttefiklerinin eline geçeceği anlamına gelmiyor. Her devrim mutlaka egemen sınıfın iktidarı kaybetmesiyle ve politik iktidarın devrimci sınıfların eline geçmesiyle sonuçlanır diye bir kural yok. 1905 Rus devrimi, 1918 Alman devrimi, 1919 Macar devrimi ve daha pek çok devrim bu söylediklerimize örnek gösterilebilir.
Devrimin zafere ulaşması, tüm iktidarın emekçi sınıfların eline geçmesiyle sonuçlanması, devrimci komünist partinin, Leninist Partinin ayaklanan kitlelere önderlik etme gücüne bağlıdır. Devrim, nesnel bir olgudur. Tek tek bireylerin, partilerin, sınıfların iradesinden bağımsız olarak, alttan doğar, büyür. Onun zafere ulaşması, bu alttan gelen, dipten gelen dalgaya örgütlü devrimci komünist güçlerin, komünist partinin yukardan müdahalesine bağlıdır. Bu müdahale başarıyla gerçekleştiğinde devrimin zaferi kaçınılmaz olur. 1917 Ekim Devriminde bolşeviklerin yaptığı budur.
Leninist Partinin tarihsel görevi de budur. Bu görevi başarıyla yerine getirebilmek için şimdi zincirin yakalanması gereken halkası, Türkiye ve Kürdistan halklarının çoğunluğunu Leninist Partinin programının ve taktiğinin doğruluğuna inandırmaktır. Bu nedenle, Leninist Partinin slogan ve politikalarını işçi sınıfına, ezilen, yoksul halklara götürmek, bunun için gece-gündüz çalışmak yaşamsal önemdedir.
Yaşamın kitleleri eğitici gücü bu konudaki en büyük dayanağımızdır.