Muhtemelen bir üniversite öğrencisi, faşistler tarafından katledilen yüz üç insanımızı anmak üzere alanda toplanan gençler adına bildiri okuyor. Bildiri “Barış 10 Ekim'de katledilen 103 arkadaşımıza sözümüzdür. Sözümüzü Tutacağız!” cümlesiyle başlıyor.
Sosyal reformist parti ve örgütlerin gençlik saflarında yarattığı tahribat bu kadar derin, bu kadar yıkıcı! 70’li yılların devrimci ortamında, öldürülen arkadaşları için biri çıkıp da “onlara barış sözümüz var” dese, en başta kendi arkadaşlarından bir ton sopa yerdi ya da tükürüğe boğulurdu. Ama bildiriyi okuyan genç -ki bu esas olarak onun kabahati değil elbette, “abileri”ne ve “ablalarına” bakmalı- bırakın tepkiyi görmeyi, alkışlanıyor bile.
Bırakın devrimci olmayı, biraz olsun isyancı bir ruha sahip olan, katledilen arkadaşları için, hiç olmazsa “intikam sözü” verir. Devrimci ruh’tan biraz nasiplenmiş bir genç, sosyalizm için, devrim için ölen arkadaşlarına “devrim sözümüz” var derdi. Ama dediğimiz gibi, vıcık vıcık bir sosyal reformist, uzlaşmacı ruh hali paçalardan akınca, cenaze sahiplerine gözünüz aydın diyen şaşkınlar gibi, “Barış sözümüzdür” diyebiliyorlar. Dahası, bu gençlerin “abileri” ve “ablaları” utanmadan, her türlü hicap duygusundan arınmış biçimde bu cümleyi dergilerinin başında iri puntolarla yayınlıyorlar.
70’li yılların TKP’si bile bu kadar düşmemişti. O bile ara sıra devrimci ruh belirtisi gösteriyor ve bir üyesi faşistler tarafından katledildiğinde intikam için harekete geçiyordu. Bir ona bir de bugünün “aşkın partisi” ÖDP ve hepsi de onun türevi olan sosyal reformist parti ve örgütlere bakın. Faşistlerin katlettiği devrimci insanlara “barış” sözü vermişler de kimsenin haberi yokmuş.
Sosyal reformist, uzlaşmacı, sınıf işbirlikçisi düşünce ve ruh hali insanı işte böyle ahmak durumuna düşürüyor. Bu adamlar, “barış” sözümüz var derken, kiminle barış yapacaklarını dahi düşünmüş değiller. Şimdi biz soralım: Madem ki faşistlerin katlettiği arkadaşlarınıza “barış” sözünüz var, barışı kimle yapacaksınız, kiminle barışacaksınız? Malum “barış” için ez az iki kavgalı ya da düşman taraf lazım, kendi kendinize gelin güvey olup kendi kendinizle “barış”mayı düşünmüyorsanız eğer.
Dinci faşist iktidarla mı “barış”acaksınız, onların tosuncuklarıyla mı? Gerçi dinci faşist iktidarın tosuncuklarıyla geçmişte “türban” için kol kola yürümüşlüğünüz var ama bu geçmişte kaldı sanıyorduk. Sorumuz hala ortada duruyor: Kiminle barışacaksınız? Sömürücü kapitalist düzenle mi, onun faşist devletiyle mi? Eylemde etrafınızı saracak asker ve polis amirlerine gül vermeyi mi düşünüyorsunuz? Eğer bunlarla “barış”acaksanız boşuna zahmet edip meydanlara filan çıkmanıza gerek yok. Eğreti bir sopaya iliştireceğiniz beyaz bir bez parçası, faşizme karşı her türlü mücadeleden vazgeçtiğinizi vb. vb. ilan etmeniz yeter. Sonra da gidip sıcak yuvanızda rahatınıza bakın. Ama devrimci gençliğin yakasından düşün, emekçi sınıfları aldatmaktan vazgeçin, gerçek niyet ve yüzünüzle ortalığa çıkın! Devrimci ruha sahip olun demiyoruz, birazcık utanma, birazcık arlanma duygusu yeter!
Gençlere haksızlık etmek istemeyiz. Onları böyle ahmak duruma düşüren “barış” kavramını bilerek, düşünerek kullandıklarını sanmıyoruz. “Abi ve abla”larından - “abi ve abla” diyoruz çünkü bu, bu çevrelerin kendilerini ifade ediş tarzıdır- duydukları kavramları eleştiri süzgecinden geçirmeden, üzerinde bir damla olsun düşünmeden kullandıklarını tahmin ediyoruz. Dileriz ki yanılmıyor olalım! Yoksa, bu uzlaşmacı, sosyal reformist parti ve örgütlerin çevresindeki gençler kiminle “barış” yapmak istediklerini bizzat açıklamak durumunda kalacaklar.
Eleştirel bakış yokluğu, her duyduğunu düşünmeden tekrarlama tutumu sözünü ettiğimiz çevrelerin gençliği ile sınırlı değil. Bunun sonucu, örneğin “barış” sözcüğü, Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketi içinde, Hindu inanışın kutsal ineği gibi, dokunulmaz, eleştirilmez bir kavram haline gelmiş bulunuyor.
Ama artık, Lenin döneminde yaşamış bir Bolşevik'in dediği gibi “devrimci demokratik sözlerin şekerli suyuna sirke ve safra dökmek” zamanı geldi de geçti bile.
Şimdi çok geniş bir kesim, UKH’nin kimi sözcülerinden tutalım da, sakalıyla kendine inandırıcılık ve peygamber görünümü kazandırmaya çalışan -Marx’ın sözüyle: “malum sakalsız peygamber bir hiçtir”- HDP Eş Başkanı, şu eski “yetmez ama evetçi” Sezai Temelli’ye; oradan EMEP ve TKP’ye kadar herkes “Barış” kavramını ağzından düşürmüyor.
Şimdi bu kavrama, “barış” sözcüğüne bir iki damla “sirke ve safra” damlatmak için şu soru yeter: Siz kiminle “barış”acaksınız? Dinci faşist iktidarla mı? Tekelci sermaye sınıfı ve onun faşist devletiyle mi? Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını, Kürt halkının özgürlüğünü bunlarla “barış”arak elde edeceğinizi mi düşünüyorsunuz? Sahi, kiminle “barış” yapacaksınız? Bu soruyu kimse ne başkasına ne de kendine soruyor. Ve daha önemlisi, “barış” yapmayı düşündüklerinizle nasıl bir barış yapmayı düşünüyorsunuz? “Barış” var, barış var. Mücadeleden vazgeçip düşmanın dayatacağı tüm koşulları kabul etmekle de “barış” mümkün; gerçek özgürlük ve tam kurtuluşun sağlanması sonucu yapılabilecek “barış var. Birincisinin adı teslimiyettir ve bu düzenin sınırları içinde mümkün. İkinci gerçekten demokratik bir barıştır ve ancak tekelci sınıf egemenliğinin bir toplumsal devrimle yıkılması, ezilen ve sömürülen halkların gerçek zaferi sonucu elde edilebilir.
Bu düzen sınırları içinde, bir devrimden söz etmeden, durmadan “barıştan” söz edenler ikinci biçimden söz etmediklerine göre teslimiyeti mi öneriyorlar? “Barış” kavramını sorgulamadan kullananlar bilmeliler ki yolları buraya çıkar ve başka hiç bir yere değil. Bu kavramı bilinçli olarak kullananların aslında teslimiyeti önerdiklerini ve sinsice bunun için uğraştıklarını ezilen halklara açıklamak devrimcilerin görevidir.
Ama biz gençliğe dönelim. Gençlik kitleleri, burjuva devletle, sömürücü düzenle, karşı devrimci güçlerle uzlaşma değil, mücadele istiyor. Gençlik, bu düzenin eksiğinin gediğinin düzeltilerek sürdürülmesini değil, yıkılmasını istiyor. Gençlik, “barış” değil, devrim istiyor. Bunun için mücadeleye atılıyor, bunun için ölümü, zindanlara düşmeyi göze alıyor, bunun için faşizme, sömürü düzenine karşı savaşıyor. Vedat Demircioğullarından Taylan Özgürlerden, Denizlerden, Mahirlerden bu yana gençlik “DEVRİM” istiyor..
Devrim ve komünizm özlemiyle eylem alanlarına koşarken katledilen gençlere “barış” yani uzlaşma -aslında teslimiyet demek daha doğru olur- sözü verenlerin “abi”leri de biliyor ki, 70’li yıllardan bu yana devrim ve komünizm özlemiyle toprağa düşen “kendi” arkadaşları da devrim istiyordu, barış değil. Ama bu “abi”ler, faşizmin baskı ve terörü altında, yani örs ve çekici arasında o kadar pelteleşmiş haldeler ki, mücadelenin her türlü biçimini önerecekleri yerde teslimiyet, uzlaşma anlamına gelecek “barış” yolunu gösteriyorlar. Geçmişte onların gençliği, “Tek Yol Devrim” derdi de başka bir şey demezdi. Ya şimdi? Faşistlerin katlettiği arkadaşlarına “barış” sözü vermişler de kimsenin haberi yok! Devrimci ruh ve bilinçten geçtik, utanma duygusu da mı tükenmiş?
Gençlik saflarında devrimci bilinç ve ruhu canlandırmak, ortaya çıkan korkunç durumu değiştirmek günün acil görevi haline gelmiş. Bu en başta Leninist gençliğin görevidir. Bu gün devrimci ruh ve bilinçten tümüyle yoksun olanlar gençlik arasında cirit atabiliyorsa bunun sorumlularından biri de Leninist gençliktir. Öyle görülüyor ki, Leninist gençlik görev ve sorumluluklarını hakkıyla yerine getirememiş.
Şüphesiz, “barış”, yani uzlaşma politikasının bu denli yaygınlaşmasının arkasında bir sınıfsal temel var. Bu kavramın esas olarak, “sol” içindeki küçük ve orta burjuva sınıf kesimlerince dile getirilmesi, onlar tarafından yayılıp “kutsallık” düzeyine yükseltilmesi rastlantı değil. Yoksul sınıflar, “bu eğitimlilerin bildiği bir şeyler vardır” güveniyle “barış” yani düşmanla uzlaşma kavramına hoşgörü gösterirken “bu eğitimliler” yani küçük ve orta sınıfların politik temsilcileri bu uzlaşma yolunu bir tercih, bir yol olarak seçiyorlar. Ama bu başka bir yazı ve inceleme konudur.
Sözü bir kez daha Leninist gençliğe getirmekte fayda var. Leninist gençlik, “gençlik devrim istiyor” postulatıyla hareket etmeli, devrimci ruh ve bilinci gençlik saflarında yaymanın en başta kendi görev ve sorumluluğu olduğunu aklından bir an olsun çıkarmamalıdır.