HDP’nin “yetmez ama evet”çi “eşbaşkanı Sezai Temelli, 24 Haziran seçimlerinden sonra hukuki ifadesine kavuşturulan devletin işleyiş sistemine “bu sistemin siyasi literatürde tanımı yok” diye buyurmuş.
Anlaşılan odur ki, sosyal reformistler, oportünistler, küçük burjuva sosyalistleri bu sistemi nasıl tanımlayacaklarını şaşırmışlar. Ne diyeceklerini bilmiyorlar ve bir tanım konusunda bir türlü karar veremiyorlar. Kimisi, “tek adam rejimi” diyor, kimisi, “Erdoğan-Bahçeli faşizmi” diyor; bazen de hepsi, koro biçiminde, bütün bu tarifleri tekrarlıyorlar. Son inci, en azından geçmişte, bir Erdoğan muhibbi olduğu bilinen HDP Eşbaşkanı Temelli’den geldi: “Bu sistemin siyasi literatürde tanımı yok.”
Sosyal reformistlerden oportünistlere, oradan küçük burjuva sosyalistlere kadar geniş bir politik çevreyi böyle bir ortak paydada birleştiren nedir? Kısaca söyleyelim, burjuva sınıfla uzlaşma kapısını açık tutma isteğidir. Faşist devlet ve dolayısıyla faşizme karşı mücadele konusunda yaratılan bu muğlaklık, burjuva sınıfla uzlaşma kapısını aralık tutan bir takoz görevi görüyor.
Burjuva sınıfla uzlaşma kapısını açık tutmanın biricik yolu ve temel belirtisi, devrim ve iktidar mücadelesi yerine “haklar” için mücadeleyi geçirmek, emekçi sınıfları ve ezilen halkları böylesi bir mücadele hedefine yöneltmektir. Emekçi sınıfların ve ezilen halkların, Kürt halkının mücadelesini burjuva sınıf egemenliğine karşı değil ama kişilere karşı verilen bir mücadeleye çevirmek burjuva sınıfla uzlaşma araçlarından biridir.
Burjuva sınıfın tüm egemenliğini emekçi sınıfların ve ezilen halkların hedef tahtasına yerleştirmek yerine, kişileri ya da burjuva sınıfın bazı partilerini hedef tahtasına oturtmak, burjuva sınıfla uzlaşma, devrim mücadelesinden vazgeçme politikasının bir biçimidir. Bu politika aynı zamanda işçi sınıfını ve tüm ezilenleri burjuvazinin bir kesimiyle, örneğin CHP ile uzlaşmaya, işbirliğine götürür. Sosyal reformistlerin, oportünist hareketlerin ve küçük burjuva sosyalistlerin, “tek adam rejimi”, “Erdoğan-AKP Faşizmi”, “Erdoğan-Bahçeli” faşizmi kavramlarında ısrar etmelerinin nedeni budur. Bu güçler, burjuvazinin bir kesimiyle, CHP ile ittifak, uzlaşma, onun kuyruğunda politik faaliyetini sürdürme çizgisinden ayrılmak istemiyorlar. 24 Haziran seçimleri sürecinde izledikleri politika burjuvazinin bir kesimiyle, CHP ile uzlaşma politikasının ibretlik vesikası oldu. Bu, aynı zamanda kitleleri devrimden, iktidar mücadelesinden uzaklaştırmanın yoludur.
Bu sistemin siyasi literatürde tanımı var! Bu sistem, tekelci sermayenin açık, kanlı faşist diktatörlüğüdür. Bu iktidarın, iktidarın başındaki adamın arkasında tekelci sermayenin en büyük, en iri kesimleri bulunuyor. Esas egemen olan güçler de bunlardır. Bu, faşist diktatörlüğün, faşizmin sınıf temelidir.
Faşizm dışındaki kavramlar, örneğin, “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”, “Başkanlık”, “Tek Adam Rejimi” vb vb kavramlar dinci faşist iktidarın sınıfsal karakterinin üzerini örtmeye yarayan kavramlardır. Devrimcilerin görevi, iktidarın sınıfsal karakterini ortaya çıkarıp emekçi sınıfların gözünde teşhir etmek, onlarda doğru bir bilinç oluşturmaktır. Oysa bu kavramların kullanımı tam tersi bir sonuca yol açıyor: İktidarın sınıf karakteri hakkında muğlak, yanlış bir bilinç oluşturuluyor. Sözünü ettiğimiz kavramları kullanan sosyal reformistler, oportünistler, küçük burjuva sosyalistlerin yaptıkları tam da budur.
Türkiye’deki faşizmin tarihte görülen faşist diktatörlüklerden farklı biçimler alması, onun sınıf karakterini değiştirmiyor. Faşizm, ne tarihte ne de bugün tek biçim altında, aynı ideolojik argümanlarla karşımıza çıkmamıştır, çıkmaz da. Aksine faşizm, her ülkenin ulusal, yerel, tarihsel, dinsel, kültürel vb yapısını hesaba katarak çok farklı biçimler altında karşımıza çıkar. Ama sınıfsal öz hep aynı kalır: Tekelci sermayenin en iri kesimlerinin açık, kanlı diktatörlüğü...
Denilebilir ki, dünden bu güne Türkiye’de hiç bir şey mi değişmedi? Elbette değişti ve değişmeye de devam edecek. Ancak değişimi doğru tanımlamak, doğru saptamak, değişimin nedenini bulup açığa çıkarmak en azından değişimin kendisi kadar önemlidir.
Türkiye ve Kürdistan’da bir iç savaş yaşanıyor. Bu savaş, devrim ile karşı devrim; egemen burjuva sınıfla ezilen, sömürülen emekçi sınıflar, ezilen halklar arasındaki bir savaştır. Bu savaş uzun yıllardır sürüyor. Tam da bu nedenle, uzun yıllardır kurulan hükümetler burjuva sınıfın savaş hükümetleri olagelmiştir.
Sermaye sınıfı, emperyalist devletlerin cömert desteğiyle, bu savaşı kazanmak için bu güne kadar, toplu katliamlar, şehirlerin tank ve toplarla bombalanması, açık infazlar dahil her yola başvurdu, her yolu denedi. Sürekli yol ve yöntem arayışında oldu. Kimi zaman “yumuşak” yöntemler kullandı, kimi zaman zindan katliamlarına başvurdu. Ancak ne yaptıysa istediği sonucu, proletaryayı, emekçi sınıfları ve ezilen halkları yenip denetimine alamadı. Devrimci kitle hareketi, Haziran Halk Ayaklanmasında olduğu gibi, çoğu kez ayaklanma, isyan boyutlarına ulaştı. Kitleler geri çekilmedi, aksine, 24 Haziran seçimlerinden bir gün önce milyonlar halinde meydanlara akarak dev gövdelerini gösterdiler.
Sermaye sınıfı ve dinci faşist iktidar, kitlelerdeki ayaklanma eğilim ve potansiyelinin farkındalar. 24 Haziran seçimleri bu eğilim ve potansiyele karşı, sermaye sınıfının dinci faşist iktidarını tahkim etme amacıyla düzenlendi. Daha hızlı karar alma, daha hızlı hareket etme, iç savaşı tek merkezden yönetme uzun zamandır gerçekleştirmeye çalıştığı bir düzenlemeydi. Seçimler bu işe yaradı: Tüm yetkiler merkezileştirildi ve yıllardır fiili olarak süren duruma hukuki bir ifade kazandırıldı.
Tüm yetkilerin dinci faşist iktidarda ve onun başı’ında merkezileştirilmesi karşıt etkilerini de gösterecek. İşçi sınıfının, emekçilerin, ezilen halkların hedefleri şimdi çok daha açık, somut, elle tutulur bir hal aldı. Kitlelerde, baskıya, faşist devlet terörüne, sömürüye, açlığa, işsizliğe vb vb karşı birikmiş olan öfke şimdi çok daha kolay biçimde dinci faşist iktidara ve bütün bir sermaye sınıfına karşı yönelecektir. Onların korkusu da bu.