Ne zaman onları anlatmaya çalışsak, ne zaman "onları hatırlamak" diye söze başlasak hep donar kalırız sözcüklerin yetmezliğinde. Sanki sözcükler mücadelenin ve onların o coşkun akışını anlatmaya az gelir, yetersiz gelir, eksik kalır. İşte bu yetmezlikle anda donar kalır yürektekiler zamanın sonsuz belleğinde. Başka kelimeler arasak da boşuna ve bundan dolayıdır ki, çoğu kez söz devam edemez, yetersiz sözcüklere isyan ederiz.  Yüreğimizin ucunda kol, o kol da el, o elde kalem, o kalemde mürekkep donar da kalır öylece. Bundandır ki, her deneme gibi bu da yetmeyecek, yetemeyecektir. Üzgünüz, yıldızlara giden ve yola devam eden yürekler bağışlasın.

Onlardan birini bir gülüşüyle hatırlıyorum; 1995 yılından. Bir kadın yoldaş onbeş günlük bir gözaltından o gün çıkmıştı. Gördüğü işkencelere direnmişti ama bedeni çok yıpranmıştı. Tabi hepimiz sarmışız etrafını kimimiz direnişinden dolayı tebrik ediyor, kimimiz Filistin askısı adlı işkence yönteminden kaynaklanan kol hasarlarına bakıyoruz öfkeyle. O sırada o geldi ve kadın yoldaşa sarıldı "Nasılsın?" diye sordu ve sorarken bir gülümseme vardı dudaklarının ucunda, yüzünde, gözlerinde, tertemiz, içten güven veren, insanın içini ısıtan bir gülümseme. Hala dün gibi hafızamda sanki güneşi doldurmayı başarmıştı gülüşüne ya da güneş donup kalmıştı yüzünde. Soradan öğrendim ki sık  sık şöyle dermiş: "Yaşar yoldaştan sonra ikinci ölümsüz ben olacağım" Anı geldiğinde çekinmemiş ve sözünde de durmuştu. Haberi geldiğinde o gülümsemesi gelmişti gözlerimin önüne. Aradan yirmi yıldan fazla zaman geçti ama ne zaman Tarık yoldaşa dair bir çift söz duysam hep o gülümsemesi gelir aklıma. Yalnız bu bir güzelleme değil, çünkü böylesi gülümsemeler içinde çok şey taşır, kendilerine hastır, özeldir ve uğruna canlarını verdikleri yollarını aydınlatır.

Onların kimi güneşi taşırdı gülümsemesinde kimi baharı gözlerinde... Bizler herhalde bundan Bahar derdik ona. Onun karamsarlığa kapıldığını ya da moralinin bozulduğunu hiç hatırlamıyorum. Onu hiç "Yoldaş niye olmuyor?", onu hiç "Yoruldum yoldaşlar", onu hiç "Ama olmaz ki", onu hiç "Şu an olmaz. Sonra bakarız", onu hiç "Elimizden gelen bu"larla hatırlamıyorum. Çünkü Aysun böyle biri değildi. Umut ve neşe doluydu. Sarıldığında sevgiyle sarılırdı, dostça, yoldaşça, eleştireceği zaman da ciddiyetle. Güzel bir kadındı ve bizim kuşaktan bir çok yoldaşın onun büyüsüne sapılmasında bunu payı büyüktü. Fakat Aysun bu yoldaşların hiç birini kırmadı. Ne karşılıksız aşk diye kestirip attı ne de "Yoldaş, nasıl böyle bir şey düşünürsün" diye sitem etti. Açık ve dürüstçe konuşmuştu, herhangi bir konuyu konuşur gibi. Bir de herkes olmasa da çoğunluk onu "sanatçı" kimliğiyle biliyor. Doğru o devrimin sanatçılarından biriydi ama yanı zamanda yeri geldiğinde savaşçısı olduğunu göstermiş, hesap da sormuştur ateşin keskin diliyle. Çünkü o biliyordu devrimin sanatçısı aynı zamanda savaşısıdır da.

En zoru sanıyorum ki, Sibel'i anlatmak. Dağ gibi inancı, sevgi dolu bir kalbi vardı. Yürüyüşü bile kendine hastı, adımları yağmur damlaları gibiydi. Bir de sakin, hiç heyecanlanmaz. Konuşur tane tane, anlatır usanmadan dinler sonuna kadar. Ayrıca her denilene evet demez, ikna edeceksin yalnız. Sibel bu öyle süslü ama içi boş laflara, kuru ajitasyonlara pabuç bırakmaz, ona felsefeyle, tarihle, siyasetle, ona bilimsel bilgilerle gideceksin, o zaman işte ikna olur. Ve o bir ikna oldu mu durdur durdurabilirsen. Fakat inatçılıktan değil onun ısrarı; emin olmanın ona verdiği o müthiş özgüvene dayanırdı. Cesur bir kadındı, herkesin tereddüt ettiği anda ilk adımı atmanın cesaretine sahipti her zaman ve her zaman bunun bedelini ödemeye hazır! Buna karşılık oldukça da narindi ama öyle başını dizlerinize koyup gözyaşı dökecek kadar da değil. Güçlü olmak için çaba harcadığına, sakin kalmak için uğraştığına hiç şahit olmadım. Bu yüzden onun yanında insan kendini daha güçlü ve daha sakin hissederdi. Güleç yüzlü, esmerce güzel bir yoldaştı ve içimizde en zeki olan oydu. Onun birden çok özelliği vardı ama, en başatı şüphesiz partisine yoldaşlarına yani devrime olan bağlılığıydı, üstelik bu düzeye onyedi yaşında ulaşmayı başarmıştı.

Onların her birini hatırlarız, kendilerine has ve ortak özellikleriyle, Murat'ı, Emin'i, Aynil'i, Rasim'i Emre ve Kenan'ı bütün bu yoldaşların her biri onları eşsiz kılan özellikleriyle ve o güzel çehreleriyle silinmemek üzere yer ettiler bilincimize ve kalbimize. Evet tüm bunlardan dolayı çok ağır bir bedeldir bir devrimcinin ölümsüzleşmesi. Her kaybın mücadeledeki yerleri doldurulur doldurulmasına ya kalbimizdeki yerleri? Dolmaz ruhumuzdaki, kalbimizdeki yerleri ve yokluklarını hissederiz ömrümüz boyunca. Dostlarımız olur hani, hani samimi arkadaşlarımız, hani sonra yavaş yavaş zayıflar kopar bağlarımız, hani sonra yeni dostlar alır eskilerinin yerini. Hatta severiz, aşık oluruz, hatta delicesine çok aşık oluruz. Hatta uğruna yaşarcasına ama sonra araya kar yağar, hatta rüzgar çıkar, fırtına hatta yenisi alır öncekinin yerini ama bir devrimcinin kalbimizdeki yerini kimse alamaz. Üstelik şahsen, tanışmıyor olsak bile! Hangimizin kalbinde Che'nin bir yeri yok ki? Hatta ve hatta daha biz doğmadan öldürüldüğü halde öylece durmaz mı, yaşamaz mı onlar kalbimizde?

Elbette hiç birini unutmayacağız ve elbette ve dahası andıkça onları her geçen gün daha fazla, andıkça var edeceğiz onları kendimizde ve kendimizle. Yaşatırken her birini dönüşmüş de olacağız her birine. Ve elbette bu bir başarı da olacaktır çünkü faşizme kafa tutmuş bu kahramanlara dönüşebilmek mücadele de kalıcı olmanın yollarından biridir.

Fakat onların yaptıkları onlara dair anılarımız ve onların bizdeki etkileri, bizi kalıcı kılmaya yeterli olmaz. Çoğu kez sanılıyor ki, onların hepsi, "parti ideolojisine tam olarak hakimdi, her şeyi sular seller gibi biliyorlardı" Şüphesiz böyle olanları az değildi, ama yine şüphesiz ki, bir çoğu da buna fırsat bulamadan daha genç yaşta ölümsüzleşti. Çünkü böylesi bir ideolojik yetkinlik yıllar ve yıllar alır. Onların en önemli özelliği devrime olan sarsılmaz inanç ve bağlılıklarıdır. Onların en önemli özelliği buydu ve onları yenilmez kılan da budur. Cesaret, bilinç yoldaşlara ve partiye olan güven de şüphesiz çok önemliydi onlar için. Yılmadan, yorulmadan devam etmek de. Ardıllarına bıraktıkları miras işte budur ve işte bu bizi kalıcı kılacaktır. İşte bununla yola devam edeceğiz. Onlar sarsılmaz devrim inancıyla kendilerini sürekli değiştirdiler, dönüştürdüler. Çünkü mücadele sürekli kendini aşmayı, yenilemeyi ister. Çünkü sadece kendini yenileyen devrimcilerdir yenilmez olan. Çünkü sürekli kendini yenileyen devrimlerdir yıkılmaz olan.

Kalemimiz titremeli onlara dair yazarken ve konuşurken ve anlatırken ve düşünürken onlara dair kalbiniz titremeli ve Neruda'nın dizeleri gelmeli aklınıza, hatta dökülmeli bu dizeler dilinizden, kaleminizden, "Onlar ölmediler / Ateş fitilleri gibi / Dimdik ayakta / Barut ortasındalar" Ölmediler diyebilmektir yani. Hatta ölümlerine şahit olarak ölmediklerini bilmektir, inanmaktır, anlamaktır. Anlamaktır; bu kavgada ölümün olduğunu ama ölenin hiç olmadığını anlamaktır! Anlamaktır, her gidenin bizde yaşadığını bilerek anlamaktır!.. Anlamaktır milyonların kalbinde yaşadıklarını bilerek!...

Onları eski bir dostu anar gibi anamayız. Bir gençlik hatırası değil onlar, ya da bir çocukluk. Herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde öylesine tanışarak samimi olduğumuz insanlar değil onlar. Vapurda karşılaştığımız güzel kadın, trafikte bize yol veren yakışıklı adam da değil. Onları ilk defa ya bir eylemin ortasında görmüşüzdür ya bir eyleme hazırlanırken ya da bir eylemden sonra. Nasıl tanımışsak onları işte hep öyle hatırlarız, yani sarsıcı biçimde ve işte böyle de anarız. "Yanı başımızdaymış gibi / Toplanın bir" dercesine hatta. "Kavgamız sürüp gidecek / Fabrikada sokakta, tarlada" diyeceğiz ama yetmez. Bu yüzden daha da emin olarak "Kavgamız her yerde sürüp gidecektir. / Kanımızla ıslanmış bu bayraklar / Yüreğimizde sonsuz bir ilkbahar yaprağı gibi serpilip gelişecektir" demektir.

Yoksa kimilerinin yaptığı gibi, Deniz'i devrimden ayrı sahiplenmek gibi değil. Elbette etle tırnağı birbirinden ayırabileceğini sananlar, böyle yaparak tek yaptığınız yitik ruhlarınızın resmini çizmektir. Yağmuru buluttan ayırabilmek mümkün mü, çiçeği renginden, alevi közünden, maviyi yürekten? Ayırabilmek mümkün mü bir devrimciyi devriminden; devrimsiz bir devrimci olabilir mi hiç? Olabilir mi, uğruna yaşadıkları ve hala öldüklerinden on yıllar sonra bile içinde yaşadıkları devrim kavgasından onları ayırmak mümkün olabilir mi?

Yılın belli günlerinde adeta bir ritüeli gerçekleştirir gibi, lüks araçlarından, lüks evlerinden, rahat yaşamlarından bir kaç saatliğine izin alarak, sırtlarına yeşil bir parka ayaklarına siyah botlar giyip de gelip mezarlarımızın üzerine samsun sigarası paketlerini koyanlar bununla yetinenler; devrim ve devrimciden anladığınız bu mu? Bir zamanlar yürüdüğünüz bu yolu terk ederek gitmenizin vicdan azabını böyle hafifletebileceğinizi mi sanıyorsunuz. Kirlenmiş ruhunuzu böyle temizleyemezsiniz ve o eski, o saf ve berrak karakterinizi böyle geri kazanamazsınız. Ne sanıyorsunuz ki, size bakan herkesin bunları göremediğini mi? Terk etmek terk edenin lanetidir, vazgeçmek de vazgeçenin. Belki şimdi binlerce bahaneye sığınırsınız, şimdi "ama"lar, "fakat"lar, "ya aslında"lar, "dünya değişti"ler. Şimdi sayıp sayıp dökmeler. Fakat ey eski dostlar! Sizin o bahaneleriniz, sizin o esaslı nedenleriniz, o değişen düşüncelerinizin tamamı o mezarın üstüne koyduğunuz samsun paketini doldurmaya bile yetmez! Sizin bu önemli gerekçeleriniz bir devrimcinin mezarı başında vardan sayılmaz. Çünkü orada yatan sizinle yüzleşir, bu yalın ve yalnız bir yüzleşmedir. Ne yeşil parkanıza aldanır, ne samsun paketine sorar; savaşçı sorar, devrimi, kavgayı, gençliği, neyi ne kadar ilerlettiğinizi. Ne cevap vereceksiniz, arabanın taksitlerini mi anlatacaksınız. Evinizden ya da açtığınız işyerlerinden mi bahsedeceksiniz? Nasıl anlatacaksınız vazgeçtiğinizi, "Şartlar değişti" mi diyeceksiniz ya da "işçiler artık sömürülmüyor" mu?.. Şimdi gidin de 6 Mayıs'ta Deniz'e cevap verin, çünkü soracak size "Sur'u kim yıktı, kim vurdu bunca canı kalleşçe ve siz bunlar olurken ne yaptınız?" Cevap verin de görelim!..

Unuttunuz mu yoksa unuttunuz mu "Bunca yere düşmüşlerden / Yenilmez bir hayat doğar" dediğiniz zamanları. Ne sandınız, onlar öylece çürüyecekler miydi? Unuttunuz mu topraktakinin tohum olduğunu, vazgeçenlerinse yaşarken öldüğünü. Kim çürüyor şimdi? Toprağın kara koynuna emanet ettiklerimiz mi, yoksa bar köşelerinde, lüks evlerinde, kendi küçük rahat ve mutlu dünyalarında tüm umutlarını yitirerek tükenenler mi? Çürümüyor mu şimdi çürümüyor mu, sokakta aç ve evsizler ölürken insanlar, kendi haneciklerinde mutlu mesut yaşayanlar? Kim çürüyor bunca acı varken? Hiçbir şey yapmayanlar! Unuttunuz mu; "Bir tek beden olur / Analar, bayraklar, çocuklar." Unuttunuz mu; "Hayat gibi canlı tek bir beden." Unuttunuz mu; "Bir yüz bekler karanlıkları / kılıcı dopdolu dünya ümitlerinden." Yitirdiniz mi inancınızı? Dürüst olun, hiçbir şey değişmedi. İnanmıyorsanız gidin de bir bakın Cumartesi Analarımıza, gidin de bir bakın, bakın da görün, nasıl bir olmuş "Analar, bayraklar, çocuklar." Ve hala kalmışsa içinizde bir kaç umut kırıntısı deyin ki o analara: "Oğullarınızı bilirdim analar!"

Ama biz unutmadık, ama bir tekini bile, ama ne Nurhak'ta vurulanı ne Rojava'da Kenan'ı. Ama hala birini bile bir an bile unutmadık. Tüm zamanlara meydan okuyarak bilincimizde ve kalbimizde dondu kaldı yüzleri ve acıları sonsuza dek. Ama biz unutmadık; "Ağızları ısırır hala kara barutu", ama biz unutmadık; "Ve demir bir okyanus gibi titreşir hala", ama biz unutmadık; "Ben ölmedim der yumrukları / yukarı kalkık yumrukları." Ama biz unutmadık "daha" çünkü biz onları her geçen gün ve her geçen anda daha da çok hatırlıyoruz hala ve inadına.

Ve unutmadık her birinin, ama eksiksiz her birinin hesabını sormayı. Sanılmasın ki, zaman geçtikçe yumuşayacak onca öfkeyle dolu bunca yürek. Sanılmasın ki, unutulacak yapılanlar. Elbette onları anmanın en iyi yolu uğruna canlarını verdikleri devrimi zafere taşımaktır. Fakat hepsi bu değil, toprağın kara koynuna emanet ettiğimiz onca canın ve halklara reva görülen bunca şeyin her birinin hesabı da tek tek sorulmalı. Çünkü "Ölülerimiz adına", çünkü "Bizim ölülerimiz adına." Çünkü, "Bu ateş emrini verenler için", çünkü "Bu suçu savunanlar için", çünkü; "Onları burada bu yerde suçlu ve hüküm giymiş olarak görmek istiyoruz", çünkü "Bir ceza istiyoruz" çünkü bir cezası olmalı tarihin şahitliğinde. Çünkü yarına giden yolu kesinkes açmak ve katillerin ve kan emicilerin geri dönüş umutlarını hepten bitirmek için.

Onları anmak, onlar gibi yürümektir. Onları anlamaksa peşinden milyonların yürümesidir. Dünün, bugünün ve yarının acil görevi budur. Bu görev bizi çağırıyor, tükenmeyen gençliğimizin büyük coşkusuyla, yoldaşlar ileri!...

 

Çocuklar

hey! Bizim çocuklar

Sakın çekilmeyin

Yürekten, dilden, sevdadan

Ve ille de düşlerden

Bir tek adım bile gerilemeyin

Bir derin nefes çekin çocuklar

bir nefeslik zaman kaldı

...

Selam olsun size

Bir kurşun gibi fırlayan yürekler.

Kenan Kızıl