Amasya il sınırlarının içinde bir yerlerdeyiz. Gece, otobüsün orta sıralarında bir yerlerdeyim, gidiyorum bir yerlere. Daha doğrusu yüz’e çıkmak yasak olduğu için otobüs götürüyor beni ve hepimizi, saatte doksan dokuz nokta dokuz kilometreyle bir yerlerde. Maalesef, ilk bir saatten sonra sıkıyor insanı, camın dışındaki gece manzarası. İşin kötüsü dikkat çekmemek için yolculuklarda kitapta okumuyorum.
Bir yerlerde beni bekleyen birileri var – ve ben onlara doğru gidiyorum. Her yanda beni arayanların, hiç birinin dikkatini çekecek hiçbir şey yapmadan!.. Neyse ki yol üstü dinlenme tesislerinin birinde bir paket susamlı bisküvi ve bir tane de bulvar gazetesi almıştım. Yatan yolcuları, sayfa çevirirken çıkacak seslerle rahatsız etmemek için usulca bulmaca sayfasını açtım ve tam soldan sağa ilk soruyu okuyacakken, o haber ilişti gözüme. “Moloz kamyonu otomobili biçti” başlığıyla verilen ve avuç içine sığacak kadar küçük bir alana layık görülmüş bu haberin, solgun siyah beyaz küçük fotoğraf karesinde tanıdık bir sima vardı. Siyahlar giymiş güneş gözlüklü bir kadın... Yıllar ve yıllar sonra tanıdım seni hem de bu silik kareden, merhaba Filiz!..
Rıza’ydı otomobilin sürücüsü. Bu muydu son karşılaşmamız? Böyle bir trafik kazasıyla çekip gitmen dokunmuyor değil hani!.. Yıllar ve yıllar önce sendin İzmir’de her eylemde en önde dövüşen. Sendin cebindeki üç kuruşu beşe bölen. Sonra okulun bitince de ani bir kararla, iş kuran! “Sekizde sekiz hata”lıymış, moloz yüklü o kamyon. Peki sen, sekizde kaç hatalıydın cebindeki üç kuruşu beşe bölerken? Sıfır Rıza, sıfır hatalıydın? Hayata karşı galiptin ama şimdi, üçyüzbin liralık otomobilin içinde öldüğünde oranlar nasıl da baş aşağı!
Ya sen, karalar giyinmiş Filiz! Hani sosyalizm, devrim ve kavga, unuttun mu bunları ve de arayıp sormayı dostlarını? Siyah beyaz bir karede böyle karşılaşmak seninle, geçmiş güzel günler adına ne acı!
Herkes kendi hikayesinin kahramanıdır. Verdiğimiz kararlardır adımlarımızın başlangıcı. Yürümek mesele değil ama kendimize sık sık sormuyorsak, nereye ve niçin yürüdüğümüzü bir sorun var demektir. Yalnız, sormak yetmez, cevapta dürüst olmalı, yoksa; soruyu sorana yani kendimize haksızlık etmiş oluruz.
Önemli bir şey daha var ki, o da yaşadığımız bu hayatın gerçekten bizim hikayemiz olup olmadığıdır. Çünkü sanılanın aksine, çok az insan kendi hikayesini yazıyor ve yaşayabiliyor. Başkasının yazdığı bir hikayede başrol oynamak ya da figüran olmakta var! Eğer yaşadığınız hayat hayalinizdeki hayat değilse işte size acı gerçek; siz başkasının senaryosunda size biçilen rolü oynuyorsunuz. Başrol ya da figüranlık ne fark eder ki, yaşadığınız hayat gerçek değil.
Ben, Filiz ve Rıza, İzmir Kadifekale’de aynı sokakta büyüdük. Binlerce emekçi çocuğu gibi bizde kendi hikayemizi yazmaya karar verdik. Hikayemiz, yarına giden yolda, Deniz’e yoldaş olmaktı. Yalan yok, övünmekte gereksiz gerçekten güzelde başlamıştık. Filiz; esmer uzun boylu, simsiyah gözleri var... Önce arkadaşlığımız kardeşliğe, sonra kardeşliğimiz dönüşmüştü yoldaşlığa. Kendi hikayesini yazmaya karar verdiğinde lisedeydi. Tabi kolay olmadı; annesinin ağlama nöbetleri, babasının tehditleri ve akrabalarının güya ona akıl verme çabaları... Dik durdu, boğuştu, dövüştü bunlarla taviz vermedi Filiz. Sonra polisten işkenceden, coptan payına düşeni aldı!.. İyi de gitti hani. Sonra son sınıfında üniversitenin bıraktı tüm bunları ve döndü eski hayatına. Geriye cevap arayan sorular bırakarak.
Kesişir yollar bazen, hem de ayrılıklara inat. Fakat bazen de kesişmez özlemlere inat... Ama gene de böyle karşılaşmamalıydık sizinle; solgun, siyah beyaz bir fotoğraf karesinde ve bir bulvar gazetesinin on altıncı sayfasında. Bir merhaba, bir sevgili söz, bir hal hatır soramadan, diyemeden, duyamadan.
Gitmenin bin bir mazeretine sığındın Rıza, eski dost, yalan hala giremedi aramıza, işin aslı bu, çocukluk arkadaşım, eski yoldaşım işin aslı bu. Lüks bir otomobil ve muhtemelen aynı ayarda bir ev. Hani zor günlerde ölümü, zindanı göze alıp da bize kucak açan emekçilerin evlerine hiç benzemeyen bir ev! Eğer, çizebilseydi mutluluğun resmini Abidin Dino, o resim kesinlikle senin bu yaşamın olmayacaktı. Üzgünüm, çok üzgünüm eski dost çünkü tercihlerimizden ne kadar sorumluysak, yaşadıklarımıza da bir o kadar vefa borcumuz var! Ne aradın, ne sordun fakat ben yine de böyle ölmene çok üzüldüm. İnan bana, yaşasaydı Abidin Dino, derdi ki: “Bu hikayeden mutsuzluğun resmi bile çıkmaz!”
Önce sen gittin, sonra sanki iyi bir şey yapmışsın gibi Filiz de peşinden. Gideni bilmem ama her ayrılık kalanlarda bir hüzün bir acı bırakır. Kalan özler değişenlerin eski halini. Çünkü değişmenin böylesi; dostunun dostunu öldürür yani kendini!.. Hiç sormadınız mı kendinize nereye gidiyoruz diye?
Nehirlerin aşkını suyuyla bir olup akanlar bilir. Sinesini taşa çalıp da dönenler değil! Çünkü “olmuyor taşın döşü sinemden sert” demez nehirler. Tekrar ve tekrar vura ve vura, akan kana, giden cana, gece ve güne inattaki o taş, baştan başa yarılana dek! Üstelik bunu bir defa değil defalarca yaparak. Akanın gücüne ne taş dayanır ne demir. Aslında bunu sende iyi biliyorsun, sarı saçlı, yeşil gözlü ve moloz yüklü kamyonun ezip geçtiği organizatör Rıza Demir. Bağışla beni ama akan bazen acımasız da olabilmeli. Çünkü akmayıp duranlar ya da dönenler denizi de göremezler.
Nihayet otobüsümüz saatte doksandokuz nokta dokuzla gitmeye kısa bir ara verdi. Bir dinlenme tesisindeyiz ve tesisin ışıklarının dibine kadar sokulmuş gecenin körü. Yol arkadaşlarım masalara dağılmış çoktan sinirli, uykusuz yorgun ve çatık kaşlı bir kitleyiz şu an. Yirmi saatlik yolculuktan sonra, şoförden muavine, ilk koltuktaki teyzeden son koltuktaki üniversiteliye kadar, herkes burnundan soluyor. Oysa kim bilir her birinde ne hikayeler vardır anlatılması gereken. Acaba bir otobüse kaç hikaye sığar. Örneğin; yani masada oturan çocuklu çift. Çocuk ağlıyor ve adam kadına sinirle bakıyor “sustur şunu” dercesine. Sanki susturmak kadının göreviymiş gibi şeytan diyor, al şu ince belli bardağı geçir şunun kafasına. Kadın ise adeta suçlu hissediyor kendini, eğmiş başını, ürkekçe bakıyor eşine. Sanki doğum sancısını tek başına çekmemiş ve sanki her gün defalarca çocuğu emziren o değilmiş gibi. Ah! Ne güzel olurdu, çay bardağını şu öküzün kafasında kırsa!.. Üstelik bu yazmaya değer bir öykü de olurdu!.. Acaba Filiz ve Rıza’nın da çocukları olmuş mudur. Konu nereden nereye geldi, olsa ne olur olmasa ne, adam öldü ve Filiz’in yüreği şimdi nasıl da yaralıdır. Belki de eski günlerin hatırına, ona ulaşmalıyım ama önce şu yolculuğu bitirmem şart... Evet kesinlikle ona ulaşmalıyım.
Elbette, insanın zamanla fikirlerinde bir değişme olabilir dünkü halini bugün sekter bulabilir, ya da tersi pasif! Değişiriz değişmesine de yalnız biz değiştik diye dün berbat olan, iğrenç olan, katil olan bugün değişmez!.. Koşullar değişmeden değişenler, kendi kendilerini kandırdıklarını genelde kabul etmez. Bazen en zoru insanın kendine karşı samimiyetidir. Çoğu kez, çoğu insan, kendiyle yüzleşmekten işte tam da bu nedenden dolayı kaçınmaz mı? Kolay değil başkalarının yazdığı hikayede rol almak. Kolay değil başkalarının yaşadığı bir hayatı yaşamak. Üstelik bu hikayede paylarına düşen, ekseriyetle, figüranlıkken. Başrol oynayacağını sananlar da yok değil. Fakat bu sahnede başrol için lüks araba, lüks ev ve bir dünya benzeri bir saçmalığa yetecek kadar çok paraları olması gerekiyor. Bu hayatın içinde olup da “ben özgürüm” diyenlere gelince; hele bir denesinler, hele bir onlara çizilen sınırların dışına çıkmaya çalışsınlar. Görürler ne kadar özgür olduklarını. Çünkü, akvaryumdaki balıklar kadar özgürler, sonsuza dek yüzerler de hiç yol alamazlar.
Nehirden bir damla eksildi diye nehir kaybetmez gücünü, azmini, çabasını ama yalanımız da yok, senin daha katacak çok şeyin vardı, bu nehrin akışına. Belki de sen olacaktın bir sonraki seti yıkacak o son damla. Ya da yüzlercesinden biri! Çoğu bilmez ama biz bu nehrin her bir damlasını sesinden, soluğundan, bakışından kokusundan tanırız. Yokluğunu da hissederiz. Bir damla gitti diye kurumayız ama bir damlacık dahi olsa azaldığımızı biliriz. Gidenler belki de özlemiyordur ama biz özlüyoruz bizdeki hallerini. O halleri gidenler unutsa da, unutmasa da.
Bu nehir, en zor koşullarda akmayı bilir. En acımasız anlarda, kar-boran buz altında, cehennem sıcağında! Baharla sele döndüğünde ve güzün incelerek aktığında da. Çünkü aslolan akmaktır, varmaktır denize ama bir damla, ama milyarlarcasıyla. Varabilmekle ölçülür nehrin gücü sayılarla değil!..
Bu nehirde her damla kendi hikayesini yaşar ne başrol ne set işçisi ne figüranlık, kendi öykünde, sana rol biçilmez! Çünkü herkesten bir damla taşır bu nehir. Ve bunu hiç unutmaz!..
Not: Filiz’e ulaşmak için haber yolladım. On beş gün önce! Haber ona ulaşmış. Ama Filiz gelmedi! Aranan bir devrimciyle görüşmek, üniversitedeki işi için iyi olmazmış. Haber gönderdiğim, ortak tanıdığımızdan öğrendim ki; Rıza’yla ayrılmışlar. Meğer gazetedeki o fotoğraf, eski eşin cenazesine nezaketen katılmaktan ibaretmiş! Bu moloz yüklü kamyonla gelen ölümden daha kötü bir ölüm değil midir?
Eskinin içinde kendine yeni yol arayanlar, mutluluğu ve huzuru buldunuz mu? Bıraktığınız yolda genç fidanlar kurşunlanırken belki ağladınız belki de umursamadınız bile. Hatta belki de bu vefasızlık canınızı hiç yakmadı bile. Yine de içinizde hala kırıntısı varsa umudun, öldürmeyin onu, dönün ve geri gelin. Dönerseniz nehir damlasına kavuşur. Dönerseniz bir yara daha sarılır. Dönerseniz kendi hikayeniz kendinizce yazılır!.. Ama gene de siz bilirsiniz zorla değil ya ve iyi ki de zorla değil. Zira bu nehir ulaşacak denizlere, denizler okyanuslara, okyanuslar dalgalar ve dalgalarda dönecek yeniden insana!.. İsterim ki yürekler dalgalanırken, şu fırtınalar mevsiminde, yorgun gemiler gibi batmasın kalbiniz!!!
Haziran 2018
Kenan Kızıl