İskender doğu seferine başladığında, Pers imparatorluğu halk isyanları nedeniyle yıkılmanın eşiğindeydi. Roma, Mısır, İspanyalılar. Aztek topraklarını ele geçirdiğinde de durum neredeyse aynıydı. Hatta, Napolyon kokuşmuş Avrupa monarşilerini birbirini peşi sıra dize getirdiğinde de. Yani kimi şarlatanların tarihçi kisvesiyle yazdıkları gibi, muzaffer bir komutanın atına atlayarak zaferden zafere, dörtnala ülkeleri fethettiği yok. Ya da kimse üç tane sandalı karada taşıdığı için Bizans yıkılmadı. Eğer o, kendi halkını canından bezdirmemiş ve “yaşayan bir fosil” halini almamış olsaydı içinde yaşayanlar onu savunacak ve de kimse kalkıp da karadaki kayıklar saçmalığını yazma aptallığında bulunmayacaktı!.. Tarih kendi halkına karşı acımasız olan devletlerin sahipsiz mezarlarıyla doludur. Bunların büyük çoğunluğu kendi halkının şefkatli kollarında can verirken, çok az bir kısmı da, tam da son nefesindeyken fırsatçı bir işgalcinin çıkagelmesiyle tarihe karışmıştır!
Bugün olduğu gibi geçmişte de tüm devletler, daima sonsuza değin yaşayacaklarını söylemişlerdir. Ancak, bunun böyle olmayacağını ise en iyi bu sözleri taşlara kazıtanlar, sayfalara yazdıranlar, dillerine pelesenk edenler bilirdi. Şimdi de biliyorlar! Yarını görememek insanların olduğu kadar devletlerin de en büyük korkusudur. Yarını görmek önemlidir! Tüm hesaplar, tüm beklentiler, tüm ümitler yarın üzerinedir. Ancak bu korku bazen öylesine büyür, öylesine devleşir ki, bir karabasana, bir paranoyaya dönüşür. Yükselen her ses, atılan her adım, gerçekleşen her eylem onun kabusu olur. Peki bir devlet neden böyle yapar? “Aklını yitirdiği için” mi, “Tekçi zihniyetten dolayı” mı, sadece faşist olduğu için mi?
Yoksa "2019'u göremeyecek" kadar sıkışmış olduğu için mi? Bizce asıl neden, kendi ağızlarıyla itiraf ettikleri, bu durum... Evet, mecalleri kalmadı ve kelimenin gerçek anlamında bir "beka sorunu" ile karşı karşıyalar...
Sinop'ta, Nükleer Karşıtı Platform'un eylemi, Ankara’da kadın cinayetlerini durduracağız platformunun protestosu, Mardin'de seçim mitingleri yasaklandı (Bu sadece bir günde yapılan onlarca yasaklamadan üçüydü!). Bunları “toplumsal tahammülsüzlük”le açıklamak mümkün değil. Yasaklamak zorundalar çünkü; sular o kadar çok birikmiş durumda ve setler öylesine eskimiş ki,küçücük bir iğne deliği, bir barajı yıkmaya yeter! Gerisi her şeyi yerle bir edecek seldir. İşte burjuvazinin farkında olduğu gerçek de budur.
Özellikle, son iki senedir şiddetlenen ekonomik çöküş, sadece işçi sınıfını ve emekçilerin tamamına yakınını yoksullaştırmadı; aynı zamanda küçük ve orta burjuvaziyi de mahvetti. Hatta bir çok büyük holding zarar ve iflaslarını “küçülme” palavrasıyla örtbas etmeye çalışıyor. Fakat elbette tek neden ekonomik çöküş değil. Zira bu ne sadece tek başına bir ekonomik ne de siyasal bir krizdir. Leninistlerin uzun zaman önce tespit ettiği üzere, bu ekonomik ve siyasal krizin birleşerek iç içe geçmesidir ve kapitalist sistem için beka sorunu halini almış bir olgudur. Yaşanan basit bir yönetememe krizi değildir. Hayır, bunun çok daha ötesinde bir sistemin parçalanıyor oluşudur. Gözlerimizin önünde gerçekleşen kapitalizmin yıkılışıdır. Çoğu insan tanıklığının tam bilincinde olmasa da, “2019'u göremeyiz!” itirafının esas anlamı budur.
İşte bu yüzden “bir iğne deliği bir barajı yıkıyor”. Bu nedenle her sesi susturmaya dik duran her başı eğmeye çalışıyorlar. Başka hiç bir seçenekleri yok! Ne otoyollar, ne asma köprüler, ne debdebeli saraylar ve ne de dağı taşı napalmlamak bir işe yarıyor. Hal böyle olunca da geriye kalan tek seçenek yasaklamak oluyor.
Ne yasaklamalar ve tutuklamalar ne de seçim manevraları ve faşist medya propagandası bu süreci tersine çeviremez. Sömürüden kaynaklı açlık ve yoksulluğun, yegane çözümü, bu sömürünün onu yaratan maddi koşullarla birlikte ele alınarak ortadan kaldırılmasıdır. Kapitalizmin bunu yapmayacağı açık ve net. Emekçi sınıfların ise bunu yapmaktan başka bir şansları yok.
Milyonlarca kez “devlete bağlılık” teraneleri atılsa da boş. Halklar devletleri duygusal nedenlerle değil, ekonomik (yaşamsal) nedenlerle korur. Devletler vatandaşlarını mutlu ettiği sürece insanlar onu sever. Eğer bu şartlar yoksa halkların tavrı, koruma, bağlılık ve sevgi temelinde değil, zıt doğrultuda olacaktır ve hep böyle olmuştur. Bu topraklarda işte bu nedenlerle milyonlarca insan sistemden, devletten bir kopuş içerisindedir. Kitlesel ayaklanmalara bu nedenle şahit olduk. Fakat sistemden kopanların sayısı sisteme karşı pratik olarak tavır alanlardan kat be kat daha fazladır. Günün acil görevi de bu devasa kitleyi harekete geçirmektir. Kopuşla, pratik karşı koyuş aynı şey değildir. Biri diğerinin içinden çıkar. Sistemden kopanların tamamına yakınını, sisteme karşı çevirmek bir devrimin şartlarından biridir. Bu tam olarak destanlardaki uyuyan ejderhayı uyandırmaktır. Bu ejderha uyandığında gerçekten ateş kusar, kralların kelleleri uçar; imparatorluklar dağılır saraylar çöker. Ve hasımlarının hepsine bir mezardan fazlasını çok görür. İşte bu ejderha şimdi harekete geçiyor.
Emekçi sınıflar acımasız sömürüyü ve faşizmin uygulamalarını bir an bile kabullenmiyor. Kısa bir dönemdir süren görece “sessizliği” bile, burjuvazi açısından dehşetli bir korkuya neden olmuşken, şimdi bu sessizlik son buluyor. Görünen o ki, birilerinin ödünün koptuğu noktaya doğru gidiliyor; “Ayaklar baş olacak!” Hoşlarına gitse de gitmese de! İşte bu onların gerçek kabusu ve onları kan ter içinde uykularından uyandıran şeyin ta kendisi.
Kendilerine bir yıl ömür biçtiler! Korkuyorlar! Her şeyini yitirmekle yüz yüze olanlar nasıl korkuyorsa, öyle korkuyorlar.
Korkmakta yerden göğe kadar haklılar! Korkularını tezelden gerçeğe çevirmek boynumuzun borcu.
Azer Kızıl