Birbirine karşıt iki yol var emekçi yığınların önünde. Buna parlamenter yol ve devrimci yol da denilebilir ve böyle denmesi daha doğru olur. İki karşıt siyasal eğilim, yol ayrımında durmuş emekçi yığınlara sesleniyor.
Birinci yolu, cümle sosyal reformist partiler ve onların peşine utana sıkıla takılan cümle oportünist hareketler Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfına, emekçilerine yoksullarına işaret ediyorlar. “Bu yoldan gidelim” diyorlar, “parlamentoya yüz -rakamla 100- milletvekili gönderelim böylece sizi parlamentoda en güçlü biçimde temsil edelim” diyorlar. “Sesinizi ve taleplerinizi parlamentoda haykıralım” diyorlar vb vb.
Fazlasını da söylüyorlar. “Böylece faşizmi yıkacağız” diye iddia ediyorlar. Hani derler ya, “cehaletin böylesi ancak tahsille olur” diye; buna da “yalanın böylesi ancak sıkı tedrisatla olur” demek lazım. Ama yok, biz böyle kuyruksuz yalanlar, aldatmacalar için tedrisat gördüklerini sanmıyoruz; doğal davranıyorlar; doğal davranmaları yetiyor, doğalarında var.
İkinci yola, iki ülkenin emekçi sınıflarının çıkarlarını ifade etmenin en doğru ve tek yolu olan devrimci yola geleceğiz. Ancak şu bitmez tükenmez yalanlarla, aldatmacalarla dolu parlamento yoluna bir bakmak lazım.
Gerçekte parlamento denen şey, yani, bir güç olarak “yasama gücü” denen parlamento var mı? Bunu bizim değil de, bu aralar parlamento denen ölü eşek mekanına tekrar dönmeye hazırlanan, HDP eski milletvekili Sırrı Süreya Önder'in sözleriyle göstermeye çalışalım. Yıllar önce, 2015'ye Sırrı Süreyya Önder, aynen şöyle diyordu, bizim ölü eşek dediğimiz parlamento hakkında:
“İnsanların görmediği şu; Meclis kalmadı ortada, AKP, CHP, MHP diye bir parti yok. Eğer insanlar Meclis diye bir şey görüyorlarsa HDP de burada bir karşı çıkış gerçekleştirsin.
“Suriye’ye, Irak’a girmek için tezkere istiyorlar, kendi kentlerine Meclis’te bir tartışmayı bile kabul etmeyen, göze alamayan bir iktidar-devlet yapısı var. Tek bir kişinin ağzına odaklanmış bir sistem var. Meclis’i kale almayan bir yetki tüm ülkeyi zapturapt altına almış durumda”
“Karakolda doğru söyler mahkemede şaşar” misali, bugünlerde bir kez daha olmayan Meclise girip Meclis varmış ve iki ülkenin emekçi-yoksul halklarının yaşamsal sorunları bu Meclis'te çözülebilirmiş gibi yapmaya hazırlanan S.S. Önder işte böyle konuşuyordu. Demek ki, ara sıra doğruları konuşma damarı tutuyormuş.
Konumuz bir kişiyi eleştirmek değil elbette.“İçeriden biri”nin tanıklığı tercihimiz olduğu için buna başvurduk. Şimdi soru şudur: Dünden bugüne Meclis açısından değişen nedir? Dün olmayan Meclis'i bu gün hayata döndürecek ne tür bir “demokratik” gelişme oldu da kimsenin haberi yok. Demokratik yönde hiç bir değişiklik olmadığı açık. Ama dinci faşizmin açık aparatı işlevi gördüğünün örnekleri sayısız. Hiçbir sosyal reformist parti de aksini iddia etmeye kalkmaz. Evet Meclis denen şey bir ölü eşektir; dinci faşizmin ihtiyaç duydukça işaret ettiği bir ölü eşek.
Ama S.S Önder'in, belki de farkında olmadan, içerden biri olarak ifşa ettiği daha önemli bir şey var. Diyor ki, “Meclis'i kale almayan bir yetki tüm ülkeyi zapturapt altına almış”. Evet öyledir, buna eklenebilecek tek şey, bunun yeni bir şey, bu sözlerin söylendiği 2015'te olup biten bir şey olmadığı. Sadece Meclis denen laklakhaneyi değil, bütün siyasal sistemi “zapturapt altına alan” bir irade var. Asıl püf noktası budur.
Kimdir bu “yetki”? Arkasındaki sınıfsal güçleri, yani gerçek “egemenler”i bir kenara bırakırsak, bu yetki, faşist bir karakter kazanmış olan devlettir. Yani, ordudur, polistir, zindandır, yargıdır, MİT'tir, askeri istihbarattır vb. vb. Örneğin, Şili'de seçimlerle yönetime gelmiş Allende'yi deviren işte bu “yetki”dir. 12 Mart 1971'de yönetime el koyan bu “yetki”dir. 12 Eylül 1980'de faşist darbe yapan bu “yetki”dir. Bu liste böyle uzar gider. Özeti; sosyal reformist partilerin “her şey” gibi göstermeye çalıştıkları Meclis “hiçbir şey”dir.
Buna karşılık, iki ülkenin emekçi sınıflarının yaşamsal sorunlarının çözüm yolunun devrimci mücadeleden geçtiğini yaşamın içinde görüyoruz. Samandağ halkının gösterdiği yol bu işte. Bu halk faşist yönetimin kendilerini topraklarından etme, topraklarına ve tüm yaşam alanlarına el koyma girişimine karşı depremin sarsıntıları henüz sürüyorken kararlılıkla karşı koyacağını ilan etmişti: Gitmedik, buradayız!
Bu yol, devrim yoludur. Devrime ve iktidara bu yoldan gidilecek. Devrimci mücadeleyle de elde edilseler, burjuva egemenlik altında, hiç bir hakkın, hiç bir kazanımın güvencesi olmadığını, kalıcı olmayacağını biliyoruz ve iki ülkenin işçi sınıfına, emekçi halklarına bu gerçeği ısrarla anlatıyoruz.
Tek güvence, zora dayalı bir devrimle kurulacak iktidardır; devrimci hükümettir. Emekçiler, yaşamsal sorunlarının çözümü için parlamentodan bir fayda gelmeyeceğini yaşamın içinde, görerek öğreniyorlar. Örneğin, Muğla'nın Deştin köyünün emekçi köylüleri, tarım arazilerini öldürecek çimento fabrikasının köy yakınlarında kurulmasını mücadeleyle engellediler. Muğla köylüleri, yıllar süren mücadele sonunda, çimento fabrikası kurmak isteyen kapitalisti, araçlarını geri çekmek zorunda bıraktılar. Laklakhaneden ibaret, ölü eşek Meclis'ten en ufak bir beklenti içine girmeden...
Bunun sayısız örneği var. İşçiler, emekçiler, köylüler, dinci faşist iktidara ve kapitalistlere karşı yaşamsal çıkarları için her gün sokağa, meydanlara çıkıyor, belirledikleri hedeflere, amaçlara devrimci mücadele yoluyla ulaşmaya çalışıyorlar.
İki ülkenin işçi ve emekçileri dinci faşist iktidara ve kapitalistlere karşı böyle dişe diş bir mücadele sürdürürlerken sosyal reformist partiler, milletvekili pazarlığı içinde “dostluk-yoldaşlık” söylemleri arasında birbirlerinin kuyusunu kazmaya, birbirlerini kazıklamaya, birbirlerinin sırtına basarak kendi partilerine daha fazla kontenjan ayırmaya çalışıyorlar.
Çuvalla maaş alacak müstakbel milletvekillerinden ve onlardan nemalanacak çevrelerinden başka hangi işçi ve emekçiye yararı var? Hiçbir işçi ve emekçiye... Yüz -rakamla 100- vekil değil de iki yüz ya da daha fazla vekil çıkarsanız, sözünü ettiklerimiz dışında kime yararı var ve ne fark eder? Kimseye yararı yok ve hiçbir şey fark etmez! Bu sömürü düzenini değiştirmek, faşist devleti yıkmak bir yana ondan bir kıl bile koparıp alamazsınız.
Hiçbir şey fark etmeyeceğini sadece biz değil, sözüne pek güvendikleri S.S Önder söylüyor: “Bunun -yani Meclis'te bn.- 50 ya da 150 kişi olmak arasında çok büyük farkı yok” Anlamakta zorlananlar için S.S Önder “Tekrar tekrar söylüyorum; artık bu ülkede Meclis yok” diye üstüne basa basa söylüyor.
Ama bu gerçekleri siz halka anlatamazsınız. Sizin işiniz değil. Sizin işiniz tam tersi, halkları aldatma, beklentiye sokma, gözünü boyamadır.