Şimdi, tekelci sermaye sınıfı ve dinci faşist iktidarın, emperyalistlerle birlikte, ruh hallerini, politika ve davranış biçimlerini belirleyen işte bu korkudur.
Faşist devlet deprem bölgesinde yoktu! Yoksul halk, emekçiler kendilerini bu zor durumdan kurtaracağını sandıkları devleti aradıklarında devletin ortalıkta olmadığını acı bir şekilde; evlatlarının çocuklarının, anne babalarının ölüme terk edilişlerini yürekleri dağlanarak gördüler. Kendilerinden vergi toplayan, “deprem vergisi” alan, uluslararası kuruluşlardan “deprem yardımı” alan, “deprem paraları”nı toplayan “Devlet” ortalıkta yoktu.
Bunun emekçi sınıflarda, yoksul kitlelerde anlatılmaz bir öfkeye, tarifsiz bir kızgınlığa, isyan havasına yol açtığı kesin.
Dinci faşist iktidarla birlikte faşist devlet deprem enkazının altında kaldı. İktidarı da, devleti de, sömürü düzeni de çöküyor. Bunu dinci faşist iktidarın başının yüz ifadesinden, faşist Bahçeli'nin ortalıktan kaybolmasından, faşist Meral Akşener'in dinci faşist iktidara tek bir eleştiri yöneltmemesinden anlayabiliriz. Ama en önemlisi, dinci faşist iktidarın düne kadar kapı kulu olan kişilerin şimdi dinci faşist iktidarın başını eleştirmeye başlamalarından da anlayabiliriz. Fareler gemiyi terk ediyor.
Bir ayaklanma korkusu içine girmişler. Düzenin bütün adamları, bütün kadroları, bütün kurumları, ve daha önemlisi, emperyalist devletlerden işbirlikçi tekelci sermayeye kadar hepsi emekçi sınıfların, yoksul kitlelerin, Kürt halkının ayaklanma ihtimalinden büyük bir korkuya kapılmışlar.
Korkularında haklılar! Çünkü, devletin, iktidarın, burjuvaların bu büyük “felaket” karşısında izledikleri politikalar; bu politikaların ölümlerin kat be kat artmasına yol açması sadece deprem bölgesindeki insanların değil Türkiye ve Kürdistan halklarının tümünde derin, sarsıcı bir öfkeye, kızgınlığa yol açmış durumda.
Depremin en çok vurduğu Adıyaman'da halkın Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Karaismailoğlu ile Adıyaman Valisi'ne gösterdikleri tepki; Diyarbakır'da Adalet Bakanı Bozdağ'ı yuhaladıkları manzara, birikmiş öfke ve kızgınlığı göstermeye yeter.
Dinci faşist iktidar bu durumdan çıkış yolları ararken aklını yitirmiş şekilde hareket ediyor. Büyük bir öfke ve kızgınlık içindeki kitleleri yatıştıracak yöntemler arayacağına öfkelerini, kin ve kızgınlıklarını artıracak yollara başvuruyor.
Türkiye ve Kürdistan halklarındaki ayaklanmacı ruhu bastırmak için şiddete, baskıya, devlet terörüne başvuruyor. “Yağma ve hırsızlık” var bahanesiyle faşist çeteleri deprem bölgesine, bilhassa Antakya ve yöresine, Arap ve Alevi halkın yoğun olduğu bölgeye yığdılar.
Depremin ilk saatlerinde yaşam kurtarmak için devreye sokmaları gereken ordu erlerini kışlada tutarken şimdi “yağma ve hırsızlığa karşı önlem” bahanesiyle Jandarma Özel Harekat birliklerini, Polis Özel Harekat ekiplerini sokağa salıyorlar.
Faşist çeteler, isyan ve ayaklanma eğilimindeki halkı yıldırmak, korkutmak için işte bu JÖH ve PÖH'lerin gözetiminde dövüyor, işkence ediyor; polis gözaltına aldıklarını linç ederek öldürüyor. Böylece ilk linç haberleri de gelmeye başladı.
Aslında gözdağı ve sindirme girişimi daha depremin ilk gününde, Hatay T-Tipi zindanında üç tutsağın katledilmesiyle başlamıştı. Faşist devlet, her zamanki gibi, katliama elinde rehin tuttuğu tutsakları katlederek başlamıştı işe.
Bunları, faşist devletin güçlü olduğu şeklinde değil, korkudan aklını yitirmiş bir iktidarın politikaları olarak kabul etmeli. Dinci faşist iktidar, her tarafı yara bere içinde; hırpalanmış, hırıltılar çıkaran yaralı vahşi bir havyan gibi. Bu saldırganlığın, fırsat ve cesaret bulursa, artacağından, halkla birlikte devrimci güçlere, basına, kısacası faşizmden yana olmayan herkese doğru yayılacağından kimse kuşku duymasın. İyimserliğimiz bizi faşizmin karşısında pasif ve ve savunmasız kılmamalı.
Faşist devletin bu baskı, terör, yıldırma, teslim alma politikasına aktif bir eylemlilikle, halkı yanımıza alarak karşı koymak ve geri püskürtmek şart. Sinmek, geri çekilmek, savunma konumuna girmek faşizmi saldırılarında cesaretlendirecek davranış biçimidir.
Bu hataya düşülmemeli. Deprem bölgesindeki halklar, faşizmin saldırılarına aktif biçimde karşı konulduğunda faşistlerin, polisiyle askeriyle nasıl korkup geri çekildiklerini gözleriyle gördü. Faşizmin anladığı dildir bu.
Emekçi sınıflarda, yoksul kitlelerde, depremde her şeyini yitirmiş, bu sırada faşist devletin halk düşmanı yüzünü gözleriyle görmüş milyonlarca insanda dinci faşist iktidara ve faşist devlete karşı büyük bir öfke, tarifsiz bir kin ve kızgınlığın; mücadele isteğinin oluştuğu kesin. İşte bu halkı birleştirmeli, ona faşizme karşı koymanın örneklerini pratikte göstermeliyiz.
Faşist devletin, bu devletin terör birimlerinin, faşist çetelerin güvendikleri tek şey insanları tek tek, yalnızken yakalayıp işkenceye çekmek; böylece tüm halkın mücadele cesaretini kırmaktır. 12 Şubat'ta linç edilerek katledilen üç kişi, arkasından karakolda katledilen Ahmet Güreşçi'yi işte böyle aramızdan aldılar. Fakat halkın öfkesini harekete geçirebildiğimizde durumu anında tersine çevirmek mümkün.
Saldırıya saldırıyla karşılık verilmeli. Faşist saldırganlığı püskürtmenin ve depremde her şeyini yitirmiş kitleleri harekete geçirmenin başka yolu yok. Kitlelerde cesaret fazlasıyla var. onların korkacağı bir şey kalmadı. Onların tek eksiği, faşizme karşı koymanın örneğidir. Bunu onlara göstermenin zamanı.
Faşist devlet ve dinci faşist iktidar bir halk ayaklanmasından korkuya kapılmış, korkudan aklını yitirmiş gibi davranıyor. Bu korkuyla, planlanmış baskı, tehdit ve linç girişimleriyle yıldırma, sindirme politikasını devreye soktu. İstanbul’dan polis, özel tim, faşist çeteleri getirdi.
Ama hesaplamadığı şey, emekçilerin, yoksulların öfke, kararlığı ve mücadele azmidir. Halkı birleştiren dayanışma ruhunu dinci faşist iktidara, faşist çetelere, faşist devlete karşı mücadeleye seferber etmeyi başarmalıyız.
Bunu başardığımızda faşizmin ayaklanma korkusunu gerçeğe dönüştürebiliriz. Her şey, devrimci güçlerin önderlik yeteneğine kalmış şimdi.