Kuruluşunu ilan eden ikinci sosyal reformist ittifak, “Emek ve Özgürlük ittifakı” deklarasyonunu “ Hep birlikte başaracağız” sloganıyla bitirmiş. “Başaracağız” sözü, belli ki, bu ittifakın temel sloganı.
Bu özgüvene sözümüz yok elbette. Başarabilirler de. Ama tek başına “başaracağız demek bir anlam ifade etmiyor. Neyi başaracaklarıdır önemli olan.
Sahi, bir araya gelen altı sosyal reformist, uzlaşmacı parti ve yapı neyi başaracaklar? Amaç ve hedefiniz nedir? Bu soruya yanıt olacak sayısız ipucu verdiler bugüne kadar. Ama en net ifadeyi TİP Genel Başkanı Erkan Baş, iki anlama gelmeyecek biçimde kullanmış. Önce sosyal reformist politikanın dobra dobra konuşan bu acemisinin sözlerine bakalım.
“Sorum şu; ikinci turda oy verebileceğimiz bir adaya ilk turda neden oy vermeyelim? Doğru olan, ilk turda toplumun en geniş kesiminin oyunu alabilecek ortak adayın belirlenmesidir. Geçen seçimden bir deneyimimiz var. Muhalefet çok aday çıkardığında seçim döneminde iktidarla mücadele bir kenara bırakılıyor, ikinci tura kim kalacak yarışına giriliyor. Enerji kaybına yol açıyor, insanların umudunu kıran bir süreç yaşıyoruz. Buradan yola çıkarak Türkiye İşçi Partisi olarak uyarıda bulunuyoruz muhalefete: İkinci turda oy verebileceğimiz birisine ilk turda da oy verebiliriz. Yeter ki bunu öncesinde konuşalım.”
Çok açık: tıpkı “Özgürlük ve Sosyalizm” adlı sosyal reformist ittifak gibi, bu ittifakın da amacı burjuva politik güçlerin bir kısmını, “Millet İttifakı” adındaki gerici-faşist ittifakı yönetime taşımaktır.
İki ittifak arasındaki fark şu: “Özgürlük ve Sosyalizm” ittifakının “ekran yüzü” TKP, Erkan Baş gibi dobra dobra konuşmak yerine lafı dolandırarak, kelimeleri ağızda yuvarlayarak, önce “devrimci” sözler edip hemen ardından burjuvazinin gerici-faşist diğer kesimini destekleme amaçlarını kenar notu biçiminde düşerek mesajlarını veriyorlar. Örnek Kemal Okuyan'dan:
"Önceliğimiz mevcut alternatiflere teslim olmamak. Ama bu oluşum Erdoğan'ın yeniden seçilmesine yardımcı olacak bir tutum sergileyemez. Biz bu çelişir gözüken iki tutumu biz devrimci yaratıcılığımızla çözeriz diyoruz"
İşte böyle bayım, “İlk turda oy verelim, seçelim gitsin” filan demeyeceksin. Yanında yetiştiğin ustaların sosyal reformist siyasetin bu inceliklerini belli ki sana öğretmemişler! Ya da öğretmişler de unutmuşsun!.. Bak ne diyor yanında yetiştiğin ustan, “tamam biliyoruz bu iki tutum çelişiyor ama bizde öyle okus pokuslar var ki, çözeriz abi”. Elbette “okus pokus” demeyeceksin, “devrimci yaratıcılığımız var” diyeceksin. O kadarını da biz söylemeyelim!
Ama biz işin bu eğlenceli kısmını bir tarafa bırakıp, şu sosyal reformist ittifakların devrimin, devrimci politikaların baskısı altında nasıl ıkınıp sıkındıklarını, gerçek amaçlarını gizlemek için ne taklalar attıklarını okura göstermeye çalışalım.
İstisnasız bütün sosyal reformist parti ve çevreler, bütün işleri güçleri seçim, sandık, parlamento, oy hesabı, anket takibi olan bu güçler, yine istisnasız biçimde söze, “seçimler her şey değildir, seçimler biricik kurtuluş yolu değildir” vb diye başlarlar. (Gerçi bu ifade seçimlerin biricik olmasa da kurtuluş yollarından biri olduğu anlamını içerir ama biz işin bu yönü üzerinde durmayacağız).
Peki sosyal reformistler seçimlerle, parlamento hesaplarıyla yatıp kalkmalarına karşın neden kendilerini böyle konuşmak zorunda hissederler? Tek cümleyle: Devrimin, devrimci politikaların, kitlelerin devrimci ruh hali taşıdığının bilinmesinin yarattığı baskı nedeniyle. Sosyal reformist parti ve çevreler söze böyle başlarlar ama hemen yanına bir kenar notu iliştirirler: “Ancak sandığın önemini de görmezden gelmeden”. Peki ya devrim? O asla gelmeyecek bir başka bahara...
Devrimi hiç bilinmeyen bir geleceğe havale etmekte bir beis görmezler ama Türkiye ve Kürdistan devrim tarihinin devrimci değerlerinden yararlanmaya çalışmaktan da geri durmazlar. Sayısız örnek var. Son örneklerden birini yine TİP Genel Başkanı Erkan Baş vermiş. Erkan Baş, kendilerine devrim tarihinden kökler aramış ve sözü hemen Deniz Gezmiş'lere getirmiş. “Bizim ittifakımız Deniz Gezmişlerle başlamış...” diye başlayıp “12 Eylül zindanlarında faşist cuntaya karşı direnişten” çıkmış.
Bu çiçeği burnunda -artık öyle sayılmaz ya- sosyal reformistimize sormak lazım: Sizin Deniz Gezmiş'lerle ne alakanız var? Deniz Gezmiş ve yoldaşları -Mahir Çayan'ları unutmuyoruz elbette- tarih yapmaya üstatlarınızın yani Aren-Boran-Aybar (ABA) sosyal reformizminin “kapitalizmden sosyalizme barışçıl, parlamenter yoldan geçiş” anlayışlarına karşı mücadele bayrağı açarak yola çıktılar. Sizin tarihiniz “ABA” oportünizminden geliyor; onu da mı biz size anlatalım! Sizin tarihiniz Deniz Gezmiş'lere sahip çıkmaya değil, Deniz Gezmiş'lere, Deniz Gezmiş'lerin temsil ettiği silahlı devrim anlayışına karşı mücadeleye uygundur. Sizin tarihinizde Deniz Gezmiş'ler değil, olsa olsa Harun Karadeniz'ler var.
İkinci konuya gelirsek... Sizin yerinizde olsak, 12 Eylül zindanlarında faşist cuntaya karşı direniş”ten hiç mi hiç söz etmezdik. Zira öncüllerinizin bu konudaki sicili kapkara. Uzatmıyoruz, “dostane” bir tavsiye ile bu konuyu kapatıyoruz: 12 Eylül zindanlarında direniş meselesini hiç karıştırmayın. Konu açıldığında da kulağınız üzerine yatın. Bakın, yanlarında yetiştiğiniz üstatlarınız bu konuya hiç giriyorlar mı? Bilmediğiniz bir yolda yürümeye kalkışırsanız üstatlarınızın ayak izlerinden gidin.
Devrimin ve devrimci politikaların sosyal reformist parti ve çevreler üzerindeki baskısını ifade etseler de konumuz açısından bunlar ikincil derecede önemli. Asıl soru şu: “Başaracağız” diyorsunuz ama neyi başaracağınızı neden açıkça söylemiyorsunuz? Hadi sizin yerinize biz söyleyelim:
Olur da seçimler düzenlenirse ve yine olur da dinci faşist iktidar ve onun başı RTE, sandıkla gitmeyi kabul ederse, teorik olarak, a) RTE'yi iktidardan indirebilirsiniz, b) Meclis'e yani adı var kendi yok, laklakhane bile olmayan parlamentoya yüz, hadi diyelim iki yüz mebus soktunuz. Sonra ne olacak? RTE'nin yerine gerici-faşist ittifakın belirlediği bir aday, diyelim ki Kandil'i yerle yeksan etmeye söz vermiş Kılıçdaroğlu gelince emekçi sınıflar, Kürt halkı, yoksul kitleler açısından ne değişecek? Biz söyleyelim: Kürt halkı, yoksul emekçi sınıflar lehine hiç bir değişiklik olmayacağı gibi devrimin bu toplumsal güçlerinin yaşam koşulları daha da kötüye gidecek. İki ülkenin emekçi halklarını aldatmayın..
Diyelim ki, ölü eşekten farksız Parlamentoya yüz, hatta iki yüz vekil soktunuz, ne olacak? TİP tarihinde TİP'li vekillerin Meclis'te yedikleri dayakları saymıyoruz; peki, DEP tarihinden, HDP tarihinden, şimdi zindanlara atılmış milletvekilleri ve en sonu Semra Güzel örneğinden hiç mi ders almadınız? Meclisin, meclisteki vekillerin bir önemi, etkisi, ağırlığı kaldı mı? Ama biz kestirmeden gidelim ve size hala değer verdiğinize inandığımız Sırrı Süreyya Önder'inizin sözleriyle yanıt verelim:
“İnsanların görmediği şu; Meclis kalmadı ortada, AKP, CHP, MHP diye bir parti yok. Eğer insanlar Meclis diye bir şey görüyorlarsa HDP de burada bir karşı çıkış gerçekleştirsin... Meclis’i kale almayan bir yetki tüm ülkeyi zapturapt altına almış durumda ”
İki itiraz gelebilir. Birincisi, Sırrı Süreyya öyle demiş olabilir ama “Onursal Başkanımız” Ertuğrul Kürkçü başka bir şey söylüyor. Meclis Başkanı'nın kaygılarımızı paylaştığını haber veriyor.
Komünizmle Mücadele Derneği'nin militanlarından ve Kanlı Pazar'ın tertipleyicilerinden tepeden tırnağa şeriatçı ve Kürt düşmanı İsmail Kahraman, HDP'nin kaygılarını paylaşıyor; Kürkçü haber veriyor:
“Çatışmalara taraf olarak değil çatışmaların ötesine geçen bir yerde halkın güvencesi olarak bir yere geçmesini ilettim. Çatışmalara Meclis el koymazsa hükümet ve halkı baş başa bırakacak olursa çatışmaların süreceğine dair kaygılarımızı ilettik. Kaygılarımızı paylaşmadığını söyleyemem.” Kürkçü neden öyle “kaygılarımızı paylaşmadığını söyleyemem” biçiminde karnından konuşmuş anlayamadık. Ama konumuz bu değil. Açık ki, bu sözler Sırrı Sürreyya Önder'in “Meclis kalmadı ortada” sözlerine itiraz olarak kabul edilemez.
İkincisi, sosyal reformistler diyebilirler ki, “iyi ya biz de ortada kalmayan meclisi yeni baştan tesis etmeye çalışıyoruz.” İşte bu doğrudur ve zurnanın zırt dediği yer burasıdır. Evet sosyal reformist parti ve çevrelerin bütün dertleri meclisi yeniden ihya etmektir. Açıkça söylüyorlar da “Parlamenter sisteme dönüş” için uğraştıklarını... Bunun için söylenecek çok şey var; yeri ve zamanı geldiğinde söylenir elbette. Ama şimdilik biz, kendini sosyalist, hatta komünist, Marksist-Leninist kabul eden bu zatlara bir soruyla yetinelim: Ölü eşeğe dönmüş burjuva parlamentoya hayat vermek, yeniden ihya etmek, ne zamandan beri sosyalistlerin, komünistlerin üstlendiği görev olmuştur. Burjuva egemenliğin bu önemli kurumundan iki ülkenin emekçi sınıfları çıkarına ne gibi şeyler çıkar?
Bir kez daha, iki ülkenin emekçi halklarını, ezilen yoksul kitlelerini aldatmayın! Burjuva parlamento, burjuva sınıf egemenliğinin bir kurumu olarak, işçi sınıfı, emekçi kitleler ve yoksul halklar çıkarına en ufak bir adım atmaz; size de attırmazlar. Yüz değil, iki yüz vekil de olsanız fark etmez. İşçi sınıfı, emekçi kitleler ile burjuva sınıf arasındaki ilişkiler parlamento yasalarına göre değil, iç savaş yasalarına göre düzenlenir.
Türkiye ve Kürdistan emekçi sınıflarını, yoksul halklarını sandık başına, parlamenter ahmaklığa çekmek için çizdiğiniz o pembe tablo ve çok daha fazlası, parlamento ahırına doluşarak değil, birleşik devrimle; fabrikaların, tarlaların, siyasi iktidarın emeğin eline geçmesiyle hayat bulur.
Şimdi devrim zamanı!