Yine bir anda ortalığı birbirine katan bir açıklamayla, “bir gece ansızın...” nakaratıyla geliverdi uluslararası kamuoyunun gündemine. Elbette RTE’den başkası değil tüm sahne ışıklarını üstüne çeken:
“Yunanistan’a tek cümlemiz var: İzmir’i unutma. Adaları işgal etmeniz falan bizi bağlamaz. Vakti saati geldiğinde gereğini yaparız. Hani diyoruz ya, bir gece ansızın gelebiliriz.”
Gelebilir mi, gelemez mi, orası ayrı bir tartışma konusu. Ama bu açık “tehdit” ile Ege’nin her iki yakasında ateşli bir tartışmayı başlattığı açık.
Hiç kuşkusuz, bu tür “efelenmelerde” mutat olduğu üzere “iç siyaset etkisi” vardır. Ama tüm olayları getirip “iç siyasete” bağlamak, hele hele “yaklaşan seçimlere” dayandırmak, özünde güncel gelişmelerden hiçbir şey anlamamak, haliyle de hiçbir şeyi açıklayamamak demek. Benzer durum, Ege’nin karşı kıyısı için de doğru. Orada da bu gelişmeleri “skandallarla köşeye sıkışan Miçotakis’in gündem saptırma/yeniden popüler olma hamleleri” olarak değerlendiren yaygın bir görüş var. Ve genel olarak Türkiye ile bir savaşa neredeyse hiç ihtimal verilmiyor.
İşin aslı, ABD-NATO’nun mevcut şartlarda böyle bir savaşa izin vermeyeceği biliniyor. Tabii “mevcut şartlarda” ve “gücü buna yettiği oranda”, diye not düşmek gerek. (Çünkü şartlar sürekli değişir ve ABD ile birlikte tüm emperyalistler, tarihlerinin en güçsüz dönemine girmiş bulunuyorlar.)
Yine de Türk ve Yunan hükümetlerinin bu esip gürlemesi, hiçbir şeye yaramasa da, bir milliyetçi-şoven rüzgar estirmeye yarıyor. Her iki yönetim de kendi kitle tabanlarına yoğun bir şekilde şovenizm pompalıyorlar. Biri Yunan düşmanlığı, diğeri Türk düşmanlığı üzerinden prim yapmaya çalışıyor. Ama asıl önemlisi, mevcut hükümetlerin ötesinde, mevcut burjuva düzenin bu “düşmanlaştırma politikası” üzerinde yükseldiğidir. Söylediğimiz gibi bu durum mevcut hükümetlerden bağımsız bir durumdur. Aksi halde bu kamplaşma yarım yüz yılı aşkın süredir devam edemezdi.
Gerçekte Ege’nin bu iki kapitalist ülkesi arasında koca bir tarihsel birikime dayanan sorunlar yumağı var ve burjuva toplumsal çerçevede bunların çözülmesi mümkün değil. Er ya da geç, bu türden “sorunların” silahlı çatışmaya evrileceği, çapı değişen savaşlarla “çözüm” aranacağı aşikardır. Tam da buradan hareketle her iki kapitalist devletin yarım asırdan fazla bir süredir silahlanma yarışına gittiği, emperyalist ülkelerin ise her iki devletin askeri güçlerini belirli bir dengede tutmak üzerine şekillenen bir “silah satış ve hibe” yöntemiyle süreci yönlendirdiği ve gerilimi sürekli gündemde tuttuğu bir başka gerçektir.
İki yıl önce, özellikle “münhasır ekonomik bölge” atışmaları yüzünden iki ülke donanması ve hava kuvvetleri yoğun bir kapışma/”it dalaşı” yaşamış; hatta savaş gemilerinin “kazara birbirine çarpması”na kadar varmıştı iş. Ve tabii “kuyruk dik, uygun adım geri” çekilişin ardından sular biraz durulmuş, araya bir dizi başka uluslararası önemli mesele girince gerilim pek hissedilmez olmuştu. Meşhur “istikşafi görüşmeler” ile süreç bir nevi uykuya yatırıldı.
Miçotakis hükümeti Fransa’dan Rafaele uçaklarını alıp, üstüne bir de Biden’dan 2028 yılı için F-35 sözü alınca, Türk devleti açısından dezavantajlı bir durum belirmeye başladı. Zaten CAATSA yaptırımları sonucu F-35 projesinden atılmıştı. Onun yerine almak istediği “ihtiyar” F-16’lar da, Miçotakis’in ABD’de yaptığı kulis ile zora girince, dananın kuyruğu koptu: “Artık benim için Miçotakis diye birisi yok! ... ABD de F-16’lar konusunda herhalde Miçotakis’in ağzına bakmayacaktır.”
Abdülhamit Han, sondaj için sahaya indi, Ege adalarının Lozan statüsü gündeme taşındı, “On İki Ada’nın (1912’de Uşi Antlaşmasıyla İtalya’ya geçen adalar) asıl sahibi biz olmalıyız” söylemleri aldı başını gitti. “Ya adaları silahsızlandırın, ya da gereğini yaparız” söylemi, Türk devletinin resmi söylem ve tezi haline geldi.
Haziran ayından beri dış politika söylemleri yine “racon diplomasisi”ne dönüşmüş durumda. Ama bunlar, “boş efelenmeler” olmaya mahkum çıkışlar. Tabii, “şimdilik” ve “mevcut şartlarda” kaydını düşerek söylediğimizi yineliyoruz.
“Boş efelenmeler”dir, çünkü, birincisi, tüm bu gerilim ve çıkar çatışması, koca bir tarihsel arka plana sahip olmakla ve bir gerçekliğe dayanmakla birlikte, Türk devletinin iktisadi ve askeri olarak dediklerini yapabilmesi pek olası değil. İkincisi, emperyalistler böyle bir şeye asla izin vermeyecekleri gibi, Ankara’ya karşı açıkça Atina’yı arkalamaktalar.
Örneğin Fransız Dışişleri Bakanı, hem Ankara’da, hem de Atina’da açık açık dile getirdi bunu:
“Bazı konularda Türkiye'nin tutumu hakkında sorular var ve bir müttefik ve komşu ülke ile her şeyi tartışmamıza izin veren açık bir diyalog sürdürmek faydalı olacaktır. Daha önce Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron tarafından da belirtildiği gibi, Fransa'nın Yunanistan'ın egemenliğine yönelik saldırılar söz konusu olduğunda her zaman çok net ve destekleyici olduğunu ve bu durumun değişmeyeceğini tekrarlamak isterim.”
Benzer bir tutum, Beyaz Saray sözcüsüne “S-300 radar kilitleme” sorusunun ısrarla yönetilmesine rağmen, sözcünün kaçamak ve “Türk tezine prim vermeyen” yanıtlarında da görülebilir.
Unutulmasın, bir bağımlı ülke, hareket alanı ne kadar büyürse büyüsün, son tahlilde emperyalist boyunduruğa uymak zorundadır. Aksi halde Trump’ın o ünlü “aptal olma” mektubunda ifade ettiği gibi, bağımlı ülke ekonomisini bir anda yakıp yıkabilecek araçlara sahiptirler. Türk burjuvazisinin ve devletinin yayılmacı istek ve eğilimlerinin olduğu, fırsatlar kolladığı, aklı başında herkesin kabul ettiği bir gerçektir. En yakın örneklerini Suriye, Rojava ve Irak’ta görmekteyiz. Gerçi böyle bir istek ve eğilime sahip olmayan bir burjuva sınıf ve burjuva devlet bulmak pek mümkün değildir. Ama bu bir şeydir, bunun gerçekleşmesi, ayrı bir şeydir.
Yeri gelmişken... Yunan hava savunma birimlerinin S-300 füzelerinin radarları ile Türk F-16’larına kilitleme yapması olayı, başlı başına Ankara’nın başarısız bir operasyonu gibi görünüyor. Milli Savunma Bakanlığı “NATO uçuşuna eskortluk” diye tanımlıyor TSK F-16’larının Girit yakınlarında uçuşunu. Yunanistan “böyle bir şey bildirilmedi” diyor. (Aslında Yunanistan böylece “radar kilit atma” yaptığını dolaylı itiraf ediyor, resmi olarak yalanlasa da.) Bu olay esnasında Ege’nin daha kuzeyinde Türk jetleri Yunan hava sahası ihlali yaparak dikkatleri kuzeye çekerken, Girit yakınlarındaki eskort F-16’ların asıl görevi, S-300’lerin fotoğrafını çekmek. Böylece ABD’ye karşı S400 konusunda elini güçlendirmek!
RTE, bunu açık açık söyledi: “Şimdi aynı Amerika’nın Yunanistan’ın bir NATO hava gücüne karşı S-300 sistemlerini harekete geçirilmesine nasıl cevap vereceğini merakla bekliyoruz. Üstelik Amerika, bize vermediği F-35’leri Yunanistan’a ikram ederek Rus hava savunma sistemlerinin güya gözü gibi sakındığı bu uçaklarla aynı çuvala girmesinin yolunu kendi eliyle açmıştır.”
Sonuçta mektuplar, karşılıklı şikayetler havada uçuşuyor. Her iki devlet de NATO’ya ve emperyalist merkezlere şikayet ve taleplerini sunuyorlar.
RTE’nin ve ekibinin tehditlerine gelince... Bu “85 milyonluk koca ülkenin” yöneticilerinin dayılanmaları, “on milyonluk küçük ülkenin” yöneticilerince ciddiye bile alınmıyor. O kadar ki, Yunan Dışişleri Bakanı Dendias “böyle tehditlere pabuç bırakmayız” mealinde açıklamalar yapıyor. Eski Dışişleri Bakanı ise (Miçotakis’in kız kardeşi) açıktan “posta koyuyor”:“Ne gece ne de gündüz gelebilirler, çünkü alacağı cevap çok güçlü olacaktır. Yunanistan'ın yanıt vermeyeceğini düşünüyorsa yanılıyor.”
“Mevcut şartlarda” dinci faşizmin dayılanmalarının, efelenmelerinin kuru gürültü olduğunun hepsi farkında. Yani kısacası, buradan “Reis’e ekmek çıkmaz!”