Finlandiya ile İsveç'in NATO'ya alınmalarını veto edeceğini açıklayan dinci faşist iktidarın başı, yaklaşık iki hafta önce, şöyle efeleniyordu:
“Biz bunların neyine güveneceğiz? Türkiye’ye yaptırım uygulayanların, bir güvenlik örgütü olan NATO’ya girmelerine biz evet demeyiz...
“Pazartesi geleceklermiş, bizi ikna etmeye mi gelecekler? Kusura bakmasınlar yorulmasınlar.”
Elbette bu efelenmelerin gerçeklikle, Türkiye'nin emperyalistlerle varolan ilişkileriyle uzaktan yakından alakası yoktu.
Türkiye'nin emperyalistlerle varolan bağımlıklık ilişkisini ve emperyalistlerin bağımlı ülkelere kendi kararlarını dikte ettirebileceklerini bilenler bu efelenmelerin birer boş palavradan ibaret olduğunu biliyorlardı.
Örneğin, kendilerini pek yakından ilgilendirdiği için konuyu ve açıklamaları yakından takip eden Rusya Güvenlik Konseyi Sekreteri Nikolay Patruşev -ki bu kişi Rusya devlet yapısında Putin'le eşdeğer etkiye sahip olarak bilinir- şöyle diyordu:
“İki ülke sözde kendi güvenlikleri için NATO'ya katılmaya ikna edildi. Türkiye ve Hırvatistan itiraz ediyor, ancak Helsinki ve Stockholm'ün yine de İttifak'a kabul edileceğini düşünüyorum. Çünkü Washington ve kontrolündeki Brüksel böyle bir karar aldı”
Daha önce de emperyalizmin bağımlı ülkeler karşısındaki gücüne işaret etmiş ve bağımlı ülke hükümetlerinin bile ancak emperyalist merkezlerin, yani ABD ve NATO ile AB'nin merkezi olarak Brüksel'in onayı sonrası kurulabileceğine işaret etmiştik.
Son aylardaki gelişmeler Brüksel'in, yani NATO ve AB'nin de aslında ABD'nin sözü dışına çıkamadığını yeterince gösterdi. O halde karar mekanizmasını artık teke indirebiliriz: ABD.
Bu mekanizmada İngiliz emperyalistlerinin yeri ise ya kraldan fazla kralcı geçinen bir uşak ya da ABD'den rol kapmaya çalışan bir figüran olarak tarif edilebilir. İngiltere'nin eski başbakanı Tony Blair'e “Bush'un fino köpeği” lakabı boşuna takılmamıştı.
Ama bu, en azından şimdilik, konumuz dışı. Dikkat çekmek istediğimiz nokta, emperyalist-kapitalist sistemde karar alma mekanizmasının, özellikle de ciddi askeri konularda tek merkeze indirgendiğidir. Bu merkez ABD'dir.
ABD, kendine bağımlı bir ülkeye, askeri, mali, teknik, ekonomik, diplomatik vb. gücüne dayanarak, boyun eğdirir. Eğer bağımlı ülkenin iktidarı kendisinin “bağımsız bir güç” olduğu sanrısına kapılırsa, bir-iki ay önce Pakistan'ın İmran Han örneğinde gördüğümüz gibi, onu “kendi” ordusuna devirtir.
Elbette bu, emperyalist devletlerin, örneğin ABD'nin bağımlı ülke iktidarının sözcülerinin ağzına fermuar diktikleri, çuval ağzı gibi büzdükleri anlamına gelmez. Kendi çıkarlarına zarar veren pratik politika haline gelmediği sürece bağımlı ülke iktidarlarının ileri-geri konuşmalarına, meydan okumalarına göz yumar; dahası, bağımlı ülke emekçi halklarını aldatabilmeleri için bu tür konuşmaları, meydan okumaları, olguyu başaşağı gösterme çabalarını teşvik de ederler.
Dinci faşist iktidarın kendi hakkında, kendi eylemleri hakkında söylediklerine kanarak Türkiye'nin “alt emperyalist” olduğunu düşünecek kadar kendinden geçen darkafalılara anlatmaya çalıştığımız budur. Türkiye'nin bütün askeri eylem ve faaliyetleri emperyalist devletlerin, özellikle ABD'nin izni, onayı, yardımı, teşviki ya da en azından göz yumması sonucu gerçekleşmiştir. Libya, Rojova işgali, Suriye savaşı, Ermenistan-Azerbaycan savaşı, Güney Kürdistan'daki savaş; bunların hepsi bu çerçevede olmuştur.
NATO'nun Madrid toplantısında gerçekten de Türkiye, iddia ettiği gibi, emperyalistlerden “tavizler” kopardı mı? Önce şunun altını çizelim, eğer bir “taviz” söz konusu ise, onu emperyalist devletler değil, Türkiye vermiştir.
Türkiye'nin İsveç ve Finlandiya'dan iadesini istediği 33 'terör zanlısı' gündemdeki yerini korurken, iade talebine ilişkin değerlendirmelerde bulunan Finlandiya Cumhurbaşkanı Sauli Niinisto, Ankara'nın sözünü ettiği davalara dair mahkemelerin zaten karar verdiğini belirterek, “Söz konusu davaların tamamının Finlandiya'da karara bağlandığını tahmin ediyorum. Alınan kararlar var ve bu kararlar kısmen mahkemelerimiz tarafından veriliyor. Bu davaları tekrar ele almak için bir sebep göremiyorum.”
Ufak tefek, önemsiz şeyler dışında Madrid toplantısında değişen bir şey olmadığını rahatlıkla söylemek mümkün. Emperyalistler, Kürt halkına karşı savaşta zaten hep Türkiye'nin arkasındaydılar; yine arkasında duracaklarını RTE'nin kulağına fısıldamışlardır; hepsi bundan ibaret.
Buradan şu sonuç çıkar ki, dinci faşist iktidar olsun, düzenin başka güçleri olsun, ABD ve diğer emperyalistlere karşı yaptıkları her meydan okuma, her efelenme sahtedir, halkları aldatma çabasıdır; kitlelerin emperyalizme karşı olan duygu ve öfkelerini yanlarına çekme politikasıdır.
Sadece dinci faşist iktidar değil, düzenin tüm güçleri, geçmişteki tüm iktidarları ABD ve diğer emperyalistlerin emriyle hareket eden uşaklardır. Sadece darkafalı olanlar gerçek ilişkileri göremezler.
Türkiye ve Kürdistan'da -ve aslında dünyanın her tarafında- emperyalizme karşı mücadele devrimcilerin, devrimci komünistlerin işidir. Emperyalizme karşı mücadele bir devrim sorunudur. Emperyalizmle tüm bağımlılık ilişkilerine sadece bir toplumsal devrim son verebilir. Kapitalist temel üzerinde emperyalizmle bağımlılık ilişkilerine son vermek mümkün değil. Kapitalist temel orta yerde durduğu sürece, emperyalist güçler bağımlı bir ülkeye mali, ekonomik, teknik, ticari, askeri vb güçlerine dayanarak boyun eğdirirler.
Demek ki, geçtiğimiz yüzyılın başlarında sıkça rastladığımız salt bağımsızlıkçı bir burjuva ulusal kurtuluş mücadelesinin zamanı, genel olarak, geçmiştir. Kapitalist gelişme bu çağı tarihe gömmüştür.
Şimdi emperyalizme karşı her mücadele sosyalizmle, kapitalizme son verecek bir devrimle birleşmek zorundadır.