Antalya'nın Serik ilçesinde üç genç, Suriye'den gelmişler. Her şeyden habersiz, sokakta yürürken “yerli ve milli” üç ırkçı motosikletlerinden iniyorlar ve gençleri bıçaklamaya başlıyorlar. Gençlerden on yedi yaşında olanı oracıkta son nefesini veriyor. Diğer iki genç ağır yaralı biçimde hastaneye kaldırılıyorlar. Hayata tutunabilecekler mi, bilinmiyor.
Serik ilçesi, daha önce de Kürdistan'dan gelen mevsimlik işçilerin ırkçı saldırıya uğradıkları bir yerdir. Rastlantı sayamayız... rastlantı değil. Motosikletli ırkçı faşistlerin, Suriyeli gençleri görüp motosikletlerinden inmeleri ve cinayeti işlemeleri de rastlantı değildir. Planlı olduğundan şüphe edilmemeli.
Bu bir devlet organizasyonudur. Kayseri'de başlayıp Urfa, Antep, Hatay, Bursa, Konya ve daha bilmediğimiz başka il ve ilçelere yayılan pogrom denemesi spontane gelişen bir hareket değil, olamaz. Faşist devlet bu konuda oldukça deneyimlidir. 1945'te Tan matbaasının yakılmasından tutalım, 6-7 Eylül 1955 İstanbul'da Rumlara karşı girişilen tehcir ettirme, mallarına çökme amaçlı provokasyon, devletin bu konudaki bilgi ve tecrübesine birer örnektir.
Henüz ne Maraş katliamından, ne Sivas katliamından, ne Gazi-Ümraniye katliamlarından, ne 1 Mayıs 1977 katliamından ne de Kanlı Pazar'dan söz etmiş durumdayız. Faşist devletin katliamlar listesi böyle uzayıp gider.
Burada dikkat çeken nokta şu: Bu katliamlarda olaylar, aynı fitile bağlı patlayıcılar gibi birbiri ardından ve çok kısa bir süre içinde il ve ilçelere yayılıyor. Son pogrom girişiminde de böyle oldu. Kayseri'de başlayan katliam girişimi bir günlük ara bile olmadan il ve ilçelere yayıldı. Nedir bu il ve ilçeleri hemen hemen aynı zaman diliminde ayağa kaldıran güç? Çok açık. Bu, il ve ilçelerdeki valilik, kaymakamlık, il ve ilçe emniyet müdürlükleri, il ve ilçe alay komutanlıkları ve tabii ki bunlarla sıkı bağ içindeki sivil faşist hareket.
Öyle ise, şimdi, burjuva basında, sosyal medyada yayılmaya çalışılan; liberallerin, sosyal reformist ve uzlaşmacıların bilerek ya da bilmeyerek katıldıkları, en azından suskunlukla geçiştirdikleri önemli noktaya gelebiliriz.
Kayseri'de başlayıp Antalya Serik'te on yedi yaşındaki Suriyeli gencin katledilmesiyle şimdilik “zirve” noktasını bulan olaylar dizisinden hemen önce, Suriye'deki dinci faşist çeteler faşist devlete karşı silahlı bir isyan hareketine girişmişlerdi. Burjuva basın ve devlet kontrolündeki sosyal medyada çıkan haber ve yorumlara bakarsanız Suriye'deki çete isyanı Kayseri ve diğer illerdeki saldırılar nedeniyle çıkmıştı.
Burada bir “düzeltme” gerekiyor. Çünkü meselenin bu şekilde konuluşu, gerçeğin ters yüz edilmesidir. Gerçek bunun tam tersidir. Kayseri ve devamındaki il ve ilçelerde örgütlenen katliam girişimleri, Suriye'de çetelerin faşist devlete karşı isyanlarına verilmiş bir yanıttı. Dinci faşist çetelerin silahlı isyanı, Erdoğan'nın Esad'la “barış” mesajlarına karşı başlamıştı ve Kayseri olaylarından birkaç gün önce başlamıştı. Çetelerin gösteriler biçiminde başlayan tepkileri silahlı isyan biçimine dönüşmeye başlayınca faşist devlet emrindeki güçleri önce Kayseri'de harekete geçirdi; arkasından olaylar hızla diğer il ve ilçelere yayıldı.
Buradan ne gibi sonuçlar çıkarmalı? Akla gelebilecek ilk sonuç, faşist devletin Suriye'li “mülteciler”i bir rehine olarak elinde tuttuğudur. Tıpkı devrimci tutsakları zindanlarda elde tutulması gereken rehineler olarak gördüğü gibi. Başı sıkıştığı, düzeni tehdit altında gördüğü her seferinde yaptığı ilk iş “Suriye'li mülteciler”i hedef tahtasına koymaktır. Bu konuda dinci faşist iktidardan CHP gibi tüm burjuva partilere kadar bütün düzen güçlerinin uyum içinde olduğunun altını çizmek lazım.
İkinci sonuç, birinciyle bağlantı içinde, faşist devlet ve dinci faşist iktidar, kitle desteğinin dağılma ya da erime belirtileri gösterdiğinde, faşist kitleyi konsolide etmek, motive etmek ve belli bir “düşman” etrafında birleştirmek için yine “Suriye'li mülteciler”i hedef tahtasına oturtmaktadır. Bu “mesele” etrafında sosyal şovenizm rüzgarına kapılmayan ya da en azından boyun eğmeyen bir liberal, bir sosyal reformist parti dahi bulmak zor. Irkçı-faşist partilerin Türkiye ve Kürdistan halklarını nasıl kışkırttıklarını biliyor, görüyoruz. CHP ve ırkçı-faşist partilerin dinci faşist iktidar partilerinden ayrıldıkları nokta, “sorunun” sorumluğunun kimde olduğu konusudur; başka bir şey değil.
Üçüncü sonuç, dinci faşist iktidar, İşgal ettiği Suriye-Rojava topraklarında kalıcı olabilmek amacıyla Suriye Hükümetiyle yürütmek istediği görüşmelerde “Suriye'li mülteciler”i, zamanı geldiğinde masaya sürülecek bir koz olarak elinde bulundurmaktadır.
Burada, Avrupalı emperyalistlerden mültecilere bakım-yardım adı altında sızdırdığı milyarlarca avroya değinme gereği duymuyoruz. Ya da, ucuz iş gücü olarak kullanılan Suriye'li emekçilerden sızdırılan artı-değerin büyüklüğü; bu ucuz emeğin emek piyasası üzerinde yarattığı baskı, işçi sınıfı hareketi içinde yol açtığı sorunlar vb. vb. üzerinde durmuyoruz. İnan Çelik yoldaş, sorunun bu yanı üzerinde son derece aydınlatıcı biçimde durmuş.
Dinci faşist iktidarın ve faşist devletin politikaları iflas etmiştir. Patlak bisiklet lastiği gibi, her dönüşte hava kaçırmaktadır. Hangi yöne adım atmak istese büyük toplumsal olaylara, kitle gösterilerine, isyan ve ayaklanmalara neden oluyor. Kendi eliyle yarattığı dinci faşist çetelerin silahlarını faşist devlete, dinci faşist iktidara çevirmeye başlamaları budur.
Ekonomik ve politik krizin daha da derinleşeceği önümüzdeki süreçte devrimci kitle eylemlerine, isyan ve ayaklanmalara hazırlanmalıyız.