Türkiye ve Kürdistan'da devrimci bir durumun varlığı tartışma götürmez. Bunun için devrimci durumun kesin kanıtları olacak somut olgu ve olayları sıralamaya bile gerek yok. Sosyal reformist partilerin uzlaşmacı, sınıf işbirlikçisi politikalarını işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflardan gizlemek; devrimci yönelim içindeki kitlelerin güvenini kazanmak için üsluplarına devrimci bir tını verme ihtiyacı vermelerinden de bu olgu rahatça anlaşılabilir.
Daha önce, pek çok defa, sosyal reformistlerin bu yönlü çabalarına, devrimden söz etmelerine dair kendi sözlerinden örnekler vermiştik. Özellikle, seçim tarihinin nispeten uzak olduğu dönemde propagandalarının ana temalarından biri olmuştu bu. Elbette seçim/sandık kapının önüne gelene kadar.
Bu sosyal reformistler devrimci durum tanımı etrafında kedinin uzanmaya cesaret edemediği süt kasesinin etrafında dolanması gibi, örneğin, “yönetilenler 'eskisi gibi yönetilmek istemez' hale geliyorlar”; buna karşılık, “yönetenlerin de eskisi gibi yönetmeleri zora girmektedir” gibi yuvarlak, sağa sola çekiştirilebilecek, yazara kaçış yollarını açık bırakan ifadelerle devrimci durumu, adını adınca koymadan, tanımlıyorlar.
Ancak burada amacımız “devrim korkusu temel ilkeleri” olan bu insanları eleştirmek değil. Bu başka zamanın işidir. Onların sözlerini, devrimci durumun ne denli olgunlaştığını göstermek için aktardık; o kadar.
Bir devrimci durum ortaya çıkmadan bir toplumsal devrimin gerçekleşmesi mümkün değil. Bununla birlikte, içinde bulunduğumuz devrimci durumun mutlaka iktidarın fethine yol açacak bir devrimle sonuçlanacağının garantisini de kimse veremez.
Buradan çıkarılacak tek sonuç, devrimci komünistlerin, sınıf bilinçli devrimci öncü işçilerin en temel ve en tartışmasız görevlerine odaklanmaları gerektiğidir. Bu görev, Lenin'in sözleriyle söyleyecek olursak şudur: “Kitlelere devrimci durumun varlığını anlatma, genişliğini ve derinliğini açıklama, proletaryanın devrimci bilincini ve kararlılığını uyandırma, devrimci eylemlere geçme ve bu yönde faaliyetler için devrimci duruma uygun örgütler yaratmada ona (proletaryaya) yardımcı olma...”
Bu görevleri yerine getirmenin güçlü bir devrimci komünist partiyi gerektirdiği açık. Devrimci durum nesnel bir olgudur. Partilerin, sınıfların, bireylerin iradesi dışında ortaya çıkar. Buna karşılık, devrimci durumun devrime yol açması; daha da önemlisi devrimin, işçi sınıfı ve müttefiklerinin iktidarı fethetmesi noktasına kadar götürülmesi, devrimin işçi sınıfı ve emekçi sınıflardan çalınmasını önlemek için uzlaşmaz, kararlı, uyanık ve güçlü bir devrimci komünist partinin varlığı zorunludur.
Türkiye ve Kürdistan'da toplumsal devrimin temel sorunlarından biri, hatta başta geleni, devrimci komünist partiyi bir güç örgütü haline getirmektir. Bu temel sorun nasıl çözülebilir? Elbette bunun sihirli bir yolu yok. Burada bütün iş, devrimci komünist militanların, büyük bir özveri, kendini adamışlık ve cesaret örneği göstererek, gece gündüz demeden işe koyulmalarıdır.
Fidel, devrimci komünist partiyi bir güç örgütü düzeyine getirmenin yolunu şöyle tarif ediyor:
“Partiye prestij ve güç veren şey şudur: örnek olmak, bugün her zamankinden daha fazla, kitlelerle sürekli bağlantı içinde olmak, halkla sürekli temas halinde olmak ve ister fikir alanında ister silah alanında olsun, mücadelede ilk olmak.”
Sınıf savaşının ortasında yer alan bir Leninist, bu sözlerin pratikte ne anlama geldiğini iyi biliyor olmalı. Sınıf savaşının her alanında, en önde ve ilk olmak, yol açmak, örnek ve buzkıran olmak... Fidel'in işaret ettiği görevlerin yerine getirilmesi, devrimci eylem ve eğilim içindeki işçi sınıfının, emekçilerin, ezilen halkların dikkatlerini Leninistler üzerine çekecektir.
Kesin, tam ve gerçek bir kurtuluş için “tek yol birleşik devrim”dir. Bu, basit bir propaganda ya da ajitasyon söylemi değil, bir olgudur, bir gerçekliktir. İki ülkenin işçi sınıfı ve ezilen halkları bu gerçekliğin bilincine pratik yaşam içinde ulaşıyorlar. Sosyal reformist partilerin işaret ettikleri seçimlerin, reformların, düzen içi iyileştirmelerin, uzlaşma ve “barış” çağrılarının, basit hak kazanımlarının vb vb. hiç birinin çözüm olmadığını yaşayarak öğreniyorlar. Yaşamın, yani sınıf savaşının kendisi, kitleleri devrimin zorunluluğu, devrimin kaçınılmazlığı bilinciyle eğitiyor.
Bize düşen, bu kitlelerle “her zamankinden fazla” sürekli ve sıkı bağlar kurmak, onlarla sürekli temas halinde olmaktır.
Bize düşen, şimdi, her zamankinden daha fazla Lenin ve Fidel'in sesine kulak vermektir.