Yakın zamanlara kadar kimi yasal siyasi parti ve çevrelerden “faşizme geçit yok” sloganını sık sık duyardık. 70'li yılların bitmez tükenmez tartışma konusuydu. İspanya’dan, Franko faşizmine karşı verilen mücadeleden kopyalanmış bir slogandı. Ordusuyla Fas üzerinden Halk Cephesi hükümetini yıkmaya gelen Franko'nun Madrid'e girişine müsaade edilmeyeceğini anlatmak için kullanıldı bu slogan.
Çok farklı koşulların ürünü bir slogandı. TİP, TSİP, TKP gibi sosyal reformist ve uzlaşmacı partiler, bunlara “Kurtuluş” gibi hareketleri de eklemek lazım, sloganı olduğu gibi Türkiye'ye uyarlamaya çalışıyorlardı. Faşizmi MHP-Alpaslan Türkeş ekibinden ibaret gören bir politik anlayışın sonucuydu. Elbette, Türkiye koşullarına uymuyordu.
12 Eylül askeri faşist darbesi, bütün bu tartışmalara son verdi. Aslında, arkamızda 12 Mart faşizmi deneyimi vardı. Ders alıp öğrenmek isteyen Türkiye'de faşizmin partiler vb. eliyle değil, bizzat ordu, MİT, polis gibi militarist, devletin bizzat kendisi olan yapılar eliyle geldiğini görebilirdi.
12 Mart askeri faşist darbesinden öğrenemediklerini 12 Eylül askeri faşist darbesinden büyük bedeller karşılığında öğrenmek zorunda kaldılar. 12 Eylül 1980'de faşist generaller, faşist Türkeş ve “bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” diyen Demirel dahil burjuva liderleri zindana atıp partilerini kapattı, Senato ve Meclis dahil devletin bir çok kurumunun varlığına son verdiler.
Sonuçta, faşizmin İspanya, Almanya ya da İtalya örneklerinde olduğu gibi “tırmanarak” değil, üstten gelen bir darbeyle, ordu ve militarist kurumlar eliyle geldiğini öğrenir gibi oldular. Bu arada şunu da eklemek gerek: Bazı çevreler, 12 Eylül faşizmine “faşizm” dememek için bir hayli ayak da dirediler. Yaşamla düşünceleri arasındaki çelişkiyi gidermek için yaşamı kafalarındaki dar kalıplara sığdırmaya çalıştılar. Ama yaşam onları da “yola getirdi”, şimdi o parlak “bonapartizm” teorilerinin sözünü etmez oldular. Ya da ediyorlar da fısıltı halinde ediyorlar; duymuyoruz.
Sonra ne oldu? “Öğrenir gibi oldular” ifadesini bilerek kullandık. Çünkü şimdi, bu parti ve örgütlerin türevleri, yakın duranlar ve onlardan etkilenenler “faşizm tırmanıyor, “faşizme geçit yok” sloganlarını pek kullanmıyorlar ama bunun yerine, “faşist şeflik rejimi”, “tek adam faşizmi”, “AKP-MHP faşizmi” gibi bir sürü kavram kullanıyorlar.
Burada amaç, faşizmi bir hükümet sorununa indirgeyerek faşizmin yıkılması sorununu parlamenter yolla gerçekleştirilebilecek bir hükümet değişikliğine bağlamak... Başka bir ifadeyle, sorunun arkasından, sağından solundan dolanarak o bildik uzlaşmacı, parlamenter düşüncelerinde ısrar etmek. Yani, ne bir şey öğrenebiliyorlar ne de yaşamın kendisinden ders almayı biliyorlar.
12 Eylül askeri faşizmi dönemini bir kenara bırakalım. Sadece 1990'lardan bu yana, hepsi de iç savaş hükümeti olan sayısız hükümet değişti. Özal'dan, Türkiye tarihinin tanıdığı en kanlı hükümetlerden biri olan Çiller Hükümetine; Demirel hükümetinden, Erbakan, Mesut Yılmaz, Ecevit-Bahçeli hükümetlerine kadar. Bütün bu hükümetler katıksız iç savaş hükümetleriydi.
İç savaşın, ekoonomik-politik krizin, kısacası, devrimci durumun yıprattığı bütün bu hükümetler yıkıldı. Tekelci sermaye sınıfı ve emperyalist hükümetler, bunları değiştirmek zorunda kaldılar. Hepsi “elendi”, düştü; ama faşizm, bütün bu tarihi boydan boya kesen kırmızı bir çizgi gibi, eleğin üstünde kaldı. Faşizm yıkılmadı.
Faşizm, yıkılmak bir yana, devlet içinde kendini iyice tahkim etti. Devlet, en ücra köşesine kadar faşist kadrolarla dolduruldu. Bu, sonu olmayan bir süreçtir. Tekelci sermaye sınıfı ve emperyalist hükümetlerin politikaları ve planları doğrultusunda devlet kurum ve kadrolarının faşistleştirilmesi devam ediyor.
İki binli yılların başlarında kurulan AKP hükümeti, faşizmin bu tahkim edilmesi sürecinde bir kesintiye değil bir devamlılığa işaret ediyor. AKP hükümetleri, devletin tüm kurumlarını, Diyanet İşleri Başkanlığı'nı daha aktif biçimde devreye sokarak dinci faşist kadrolarla doldurdu. Devletin ve toplumun “dincileştirilmesi” AKP ve onun başındaki RTE'nin başının altından çıkan bir politikanın sonucu değil. Bu, emperyalist hükümetlerle doğrudan bağlantı içinde tekelci sermayenin politikasının sonucudur. AKP ve başındaki zatın rolü, iktidarın gerçek sahip ve belirleyeni olan bu iki merkezin, yani emperyalist merkezlerle tekelci sermayenin politikalarını hayata geçiren bir icra komitesi olmalarından ibarettir. MHP'nin tam desteğindeki dinci faşist iktidar budur ve bundan başka hiçbir şeydir.
Dolayısıyla, faşist devlet ordusuyla, polis teşkilatıyla, MİT''iyle, bürokrasisiyle, zindanları ve yargı mekanizmasıyla dağıtılmadan faşizm yıkılmaz. Dinci faşist yönetim yerini başka bir yönetime bıraksa bile bu durum değişmeyecek. Yerine gelecek bir burjuva yönetim, toplumu dincileştirmeye, faşist devlet yapısını pekiştirmeye devam edecek.
Bu, işçi sınıfı, emekçi ve yoksul kitleler ile ezilen Kürt ulusunun egemen sınıfa, sömürü düzenine karşı verdikleri mücadelenin sonucudur. Sınıf savaşı sürdükçe -ve başka türlü olması mümkün değil- egemen burjuva sınıf egemenliğini “proleter vandallar”ın saldırılarından korumak için devlet makinasını sürekli büyütmek, yetkinleştirmek zorundadır.
Görüldüğü gibi, yönetimler değişse bile, devletin faşist yapısı, olduğu gibi de değil, tahkim edilmiş biçimiyle varlığını koruyor. Düzene, sermayeye, sermaye sınıfına yönelik emekçi sınıflardan ve ezilen Kürt ulusundan gelen her saldırı işte bu devlet yapısı tarafından karşılanıyor. Greve çıkan işçilerin, topraklarının yağmalanmasına karşı çıkan köylülerin, zamları protesto eden yoksulların, hakları için sokağa çıkan öğrencilerin, öğretmenlerin, emekçi memurların; kısaca, akla gelebilecek mücadeleci her kesimin karşısına önce polis ve askerin, arkasından savcı, hakim mahkeme ve zindanların çıkmasının tek anlamı budur.
Tablo açık. Bir yönetim değişikliği işçi sınıfının, emekçi yoksul kitlelerin, Kürt ulusunun önündeki bu engeli ortadan kaldırmaz. Bunu tüm tarihimiz boyunca gördük. Bu engel faşist devlettir; faşizmdir. Bu engelin ortadan kaldırılması, bir devrim sorunudur; birleşik devrim sorunudur.